31 Ocak 2010 Pazar

Gitmeye Alıştırmak Lazım Herkesi


İnsanın kendini bir ameliyat masasına yatırması lazım bazen. Tüm ayrıntılarıyla incelemeye gerek kalmayacaktır nasılsa hangi parçanın ödem yaptığını ya da hangisinin kullanılmaz hale geldiğini bilmek için.

İnsanın kendi son kullanma tarihini bilmesi kadar güzel bir şey yoktur çoğu zaman. Benim buralardaki son kullanma tarihim geçeli çok oldu. Bir buçuk sene kadar uzatmaları oynayıp başka ülkelere başka sevilmelere, başka yalnızlara koşasım var.

Kangurular diyarına gidesimvar kısacası; ama öncesinde başka bir diyara sözüm var: Suriye...

Vahap'la birlikte içimizde kalan tortuları atmak için gidiyoruz belki de. Vahap şöyle dedi, kutsal kitaplar göğe gönderilmiş ve oradan geri yollanmıştır bize.

Biz oraya gökyüzüne aradığımız şeyleri yollamaya gidiyoruzdur belki de...
Geri dönerler mi?
İnsan kendinden umut kesmemeli...

26 Ocak 2010 Salı

Büyüdüm


Lanet olası bir iş büyümek. Ne eski pabuçlarım oluyor şimdi ayağıma, ne de eski kederlerim yetiyor. Yeni yeni kederler arıyorum, inanmazsınız sizi bile özleyip hislendiğim oluyor. Hani esmer bakışlarınız ve o unutamadığım beninizle hayatıma girmiştiniz. Nazik bakardınız. Asla ellerinizi çekmediniz ellerimden. Bundandır belki de kırmızı sabahlarda ellerimin üşümesi en çok yürümeyi bakışlar ona yöneltilmişken öğrenen ayaklarımın sıcacıklığına rağmen.

Büyüdüm işte. Kim bilir kaç sevgilinin saçlarının tellerinde kaydı ellerim, kim bilir kaç ten, kaç beden gezindi sayfalarım arasında. Yine de büyüdüm demenin hüznünü almadı hiçbiri. Şimdi düşünüyorum da o ince telli saçlarınız, ısırdığınız her daim kuru dudaklarınızla bu büyümek halinden hiçbir şey anlamamış olmalısınız.

Siz güzel bir kadındınız belki de güzel bir erkek.

Ben güzel bir insan bile değildim, o yüzden büyüdüm. Çirkinliğime çirkinlik ekleyerek büyüdüm üstelik.

Camları kırıp onların üstünde yürümüştük. Hangimizin yüzünün ifadesi değişmezse o kazanacaktı. Yüzüme baksaydınız kazanabilirdiniz, yüzünüze baksam kazanabilirdim, utancımı yenip elinizi tutsaydım muhtemelen aşık bile olabilirdik, dudaklarınızdan yukarısını göremedim, saçlarınıza dokundum, onlara tutunup çok kez geldim sizin ülkenize. Bu yüzdendir ki büyüdüm ve sadece kokunuz değil hep kaçırdığınız bakışlarınız kaldı aklımda... Ben gizli gizli sizi izledim, annem gibi okşadınız, babam gibi yoksaydınız, sevgililerim gibi terk ettiniz.

Ben sizi bir türlü anlayamadım, sonra vazgeçtim.

Kısacası vazgeçmeye eşledim ben büyümemi. Çocuk olarak anlayamadığım her şeyi yoksaydığım o sabah büyüyüp uyandım.

S.

24 Ocak 2010 Pazar

ÖZGÜRLÜK SIRTINDAN VURULMUŞ, YERDE YATIYORDU

Not:Ünivers 2010 Ocak-Şubat Sayısı için yazdığım Hrant Dink Yazısıdır.

Bir hikayeyi vurdular. 19 Ocak 2007 günü öğleden sonra saat üç'te Agos'un önünde kocaman bir adam yerde yatıyordu. Bazıları O'na inatla “Fırat” diyordu. Beyaz bereli çocuk O'nu vurduğunda O'ndan esirgenen ismini binler haykırdı, artık özgürlüğe inanan tüm yürekler Hrant Dink'ti.

Türkiye'de ötekilik başarı gerektiren bir sanattır. Hrant Dink bir öteki olarak 15 Eylül 1954'te Malatya'da doğdu. Ermeni asıllı bir Türkiye vatandaşıydı. Annesi ve Babası 1961'de ayrıldıklarında kardeşiyle birlikte etnik kökeninden başka bir yalnızlığın dünyasına, yetimhaneye gitmesine karar verildi. Ermeni Yetimhanesi'nde büyüyen Dink için hayatın adaletsiz yüzü her geçen gün daha da netleşiyordu. Yetimhanenin dışındaki hayatın adaletsizliğinden hesap sormanın derdine düşen Dink Türkiye Komünist Partisi'nde Marksist – Leninist bakış açısıyla siyasete başladı. O artık tam bir ötekiydi. İnsanların işkencelerde kaybolmasının sıradan sayıldığı, sokaklarda ölümün yalnızca düşünenleri ve masumları avladığı bir dönemde ailesizliğinin, Ermeni olmasının yanına bir de siyasi kimliğini ekliyordu. Yakalanması durumunda Ermeni Cemaati'nin zarar görmemesi için adını mahkeme kararıyla “Fırat” olarak değiştirdi. Toprağını sulayan nehrin adını alan Dink'in toprağı ve insanı için mücadelesi 70'lerdeki sol kimliğiyle sınırlı kalmadı. İstanbul Üniversitesi'ndeki zooloji eğitiminin ardından yetimhanede beraber büyüdükleri Rakel ile hayatını birleştirdi.

Hrant Dink'in en önemli özelliği nerede var olduğunu unutmamasıydı. Eşi Rakel’le birlikte kendi kaderlerini paylaşan, Anadolu'dan gelen kimsesiz ve yoksul çocukların yetiştirileceği Tuzla Ermeni Çocuk Kampı'nı yönetmeye başladı. Buranın her parçasına çocuklar için emek veren Hrant ve Rakel Dink'in elinden devlet yine çocuklar adına el koydu. Hrant Dink artık askere gitmek zorundaydı.


O'nu bu kadar bizden biri yapan yanını, gazeteciliğini ise aldığı eğitime değil, doğruya olan sevdasına borçluydu. Gazete sütunlarında adını ilk olarak yanlış haberlere yaptığı düzeltmeler ve kitap eleştirileriyle buldu. O günlerde o sütunların kapladığı gazetelerden birinin bir ülkenin utancını örtmek üzere yerde yatan bedeninin üstüne serileceğini bilmiyordu.

SU ÇATLAĞINI BULDU

Basının gücünü keşfetmişti. Ermeni Patrikhanesi'nin kapısını çaldı. Dertlerini hem Türk hem de Ermeni vatandaşlara her iki dilde de anlatabilecekleri, kendi ifadesiyle Ermeni Toplumu'nun kapalılığını kırmayı amaçlayan bir gazete çıkarmayı önerdi. Kapısının önünde son nefesini verdiği Agos 5 Nisan 1996'da Ermeniler'in sesini duyurmak adına ilk sayısını yayınladı. Agos'un başyazarı, kurucusu ve yayın yönetmeniydi. Agos'u Türkiye'deki kozmopolit medyanın bir parçası yaptı. Ermeni Cemaati'nin iç ve dış havadislerinin yanında fikirlerinin yayılmasını sağladı. Agos hiçbir zaman günlük ve her gazete bayiinde bulunabilecek türde bir gazete olamadı. Cemaat içinde bu durum asla bir dezavantaj olarak görülmedi. Çünkü Ermeni Cemaati, Diaspora ve Ermenistan farklı anlayışlar taşıyan farklı güçlerdi. Dink'in amacı ise her üç gruptan da farklıydı. O tarihiyle yüzleşen Ermeni ve Türk Devletleri'nin ve halklarının bir yarını olabileceğine inanıyordu. O'nun Türk – Ermeni meselesine bakış açısı sık sık anlattığı bir hikayede gizliydi: “Fransa'da yaşayan yaşlı bir Ermeni Kadını her sene doğduğu Sivas'ın Uludere Köyü'nde on beş gün geçiriyordu. Böylece hasretini gideriyordu. Son ziyaretinde hayatını yitirmiş, tanıdıkları beni aradılar, bir yakınını bulmamı istediler. Kızını buldum ve gönderdim. Kızı gittikten sonra aradım. Cenazeyi getirip getirmeyeceğini sordum. Kız cevap verdi: Ağabey, getireceğim; ama buradaki amca bana bir şey söyledi. Ardından kız ağlamaya başladı. Amca telefonu aldı, kıza ne dediğini sordum: Oğlum dedi, ben O'na dedim ki, anandır, malındır, istersen alır götürürsün; ama beni dinlersen bırak, su çatlağını buldu...”

ÖZGÜRLÜK MAHKEME KARŞISINDA

O Ermeni Halkı ile ilgili olarak tek bir anlayışı savunuyordu. Türkiye'nin topraklarında, sahip olmak için değil ölmek için gözleri olduğunu her seferinde söyledi. İnsanlar O'nu çok severken, tüm o kurumlar ve devletin asık suratlı yüzü karşısındaydı. Türkiye'den de Ermenistan'dan da başka bir şey savunuyordu. Ermeni Diasporası'na içinde “soykırım” kelimesinin geçmediği bir strateji izlemesini tavsiye ederken Ermeniler'in tepksini çekerken, 2002 yılında Urfa'da verdiği bir konferansta "Ben Türk değil Türkiyeliyim ve Ermeniyim" dediği için Türklüğü aşağılamak suçundan üç yıl yargılandı. Sonuçta beraat alsa da gözler artık üstündeydi. Hepimizin sonradan adını duyduğu ve Türkiye'nin birçok aydınını mahkeme koridorlarında süründüren o kanun O'nun da kapısını çaldı. 301 basit bir otel odaası numarası gibi gözükse de Dink'in hayatında bir dönüm noktası haline gelmişti. Bir köşe yazısındaki ifadesinden ötürü, bilirkişi raporuna rağmen aldığı altı ay hapis cezası ertelendi. Artık Dink cesaretlenmişti. Olası çözüm için en önemli aktörlerden biriydi. Dünyaca ünlü Reuters'e verdiği röportajda "Evet 1915’te olan bir soykırımdı çünkü dört bin yıldır bu topraklarda yaşayan bir halk ve onun uygarlığı artık yok" demecini verdi. Fransa'da soykırıma hayır diyenleri cezalandıranları lanetleyen Türkiye, Türkiye'de Ermeni Soykırımı oldu diyen bir aydına sahip çıkamadı. Demokrasi farklı bayraklar altında farklı tanımlara bürünüyordu. Oysa Dink'in tezi Diaspora'dan da Türkiye'den de farklıydı. O 1915 olaylarının sorumlusu olarak Osmanlı Devleti'ni değil Avrupa ülkelerini ve onların politikalarını gösteriyordu. Dink'in tezi suçlamalar kadar ses getirmedi. O artık bu toprağın sözde sahiplerinin hedefindeydi. Ötekiliği tasdiklenmişti. Artık fişlenmiş bir aydındı. Aşırı milliyetçi grupların hedefindeydi. Sonradan ortaya çıktığı üzere, emniyet güçlerinin öldürüleceğinden haberi vardı.

“RUH HALİMİN GÜVERCİN TEDİRGİNLİĞİ”

Dink ölümünü hissetmişti. Son yazısının başlığı “Ruh Halimin Güvercin Tedirginliği” idi. Türk Devleti adına, Kerinçsiz'in başını çektiği bir hareket tarafından linç edilişini ve Türkiye'yi terk edip etmeyeceğine dair fikirlerini anlatıyordu. AİHM'ye kadar gidecekti. Türkiye'nin O'nu böylesine çabuk reddedişini belki de geçmişinden kalan bir sızıyla kabullenemiyordu. İyiliği için yaşadığı ülkesine karşı olduğunu davul zurna eşliğinde devletin yargıçlarının güvencesinde ilan ediyordu düşmanları. Artık namlunun ucundaydı.

19 Ocak 2007 günü yazısını yazdı. Taze bir dedeydi Hrant. Hayatı boyunca gelecekleri için emek verdiği çocuklardan biri tarafından öldürüleceğini bilmeden çıktı Şişli'deki Agos'tan. Güvenlik kameralarınca tespit edilmiş o beyaz bereli çocuk beyazın tüm masumiyetine karşın damarına akıtılan zehrin etkisiyle, sözde milleti adına, Hrant'ı acımadan vurdu. Vurulan bir gazeteci değil, bu ülkenin barışına adanmış bir başka ruhtu. Tüm televizyon kanallarında O vardı. Bu sefer hain değil mağdurdu. Bir anda herkes önünde saygı duruşuna geçti. O'nu öldüren çocuk Türk Bayrağı önünde devlet memurları ile birlikte zafer pozu verirken, O'nla son dönemlerde sık sık kavga eden Nihat Genç bile arkasından gözyaşı döküyordu. Oysa, Orta Doğu'yu beraber gezmişlerdi.

Eşi Rakel, cenazesinde “Bebeklerden katiller yaratan zihniyetin” Hrant'ın katili olduğunu söylüyordu. Belki de aklında Tuzla'da devletin ellerinden aldığı o çocukların geleceği vardı bunları söylerken. Hrant'la elleriyle çocuklar için kurmaya çalıştıkları geleceğin hayali, bir başka çocuğun elleriyle kana bulanmıştı. Önemli olan O çocuğun ırkı değildi. O'nu o hale getiren şeydi. Bugün Dink kendi çatlağını buldu. Bir Ermeni Mezarlığı'nda kendi toprağında özgürce uyuyor. Adalet sistemimiz ise bu uykuya eşlik eder gibi gözükse de Hrant için insan zincirleri kuruluyor, birçok dilde pankartlarda “Hepimiz Hrant Dink'iz”, “Hepimiz Ermeni'yiz” gibi sloganlar yer alıyor. Hrant'ın ölümü on binleri bir araya getirdi; yaşamı ise onurlu bir mücadeleydi. Bir gazeteci daha ölmeden on birlerin birlikteliği Hrant gibiler sayesinde halkların birlikteliğine dönene dek Redd'in Dink için yazdığı şarkıya kulak vermekte fayda var: Kurşun geçirmez yelekleri vardı / Ben çıplak yaşarken / Fikrime barut kokusu sokuldu / Medeniyeti ararlarken...

Kurşun geçirmez yelekleriyle barış için konuşan adamların karşısında delik ayakkabısıyla duran bir Hrant'ı daha kaybetmeye tahammülümüz olmamalı...

SU