15 Mayıs 2010 Cumartesi

gece melek ve bizim çocuklar



gece üşür meleklerine seslenir

sarmaş dolaş arka sokak çocukları
bıçaklar çekilir yüreklerimiz hep tetikte
bu sokaklar korkulara dar

şehvetle biz sığındık birbirimize
seviştik de öldük de öldürdük bile
kaybedecek hiçbir şeyimiz kalmadı
sanki bize bizden başka kim olur yar

gece, melek ve bizim çocuklar
gece, melek ve bizim çocuklar
gece, melek ve bizim çocuklar
gece, melek ve bizim çocuklar

her uçurumdan sarktık
anasını sattık babasını ağlattık
düştük mü yoksa kalktık mı
karışık işler bunlar

gece, melek ve bizim çocuklar
gece, melek ve bizim çocuklar
gece, melek ve bizim çocuklar
gece, melek ve bizim çocuklar


YILDIRIM TÜRKER

Denenemeyenler...

1
Seni dört gözle beklerdim hep.
Kumralının çayırlarında koşardık.
Mutluyduk az çok,
Kapıları hızlı kapar bazen,
Açarken ölümüzü bulmak korkusuyla açardık.
İşte bu yüzden sen ve ben,
Bir yaylada adı konmamış iki çiçeğiz şimdi.

2
Her daim kasanın üstünde bırakılırdı
En masum suçlunun
Bir öpüşün saflığıyla yıkanmış parmak izi.
Bir suça ortak olunurdu sonra,
gözlerin iş birlikçi
bileklerin bir partizan
sokaklarda bekçiler aradığında
Ben seni dört gözle beklerdim hep
Sen kötü adamların önünde
Toplumsal gerçekçi şiirler okuyup
Kurşunların yanından koşardın.

3
Bir erkek
Ellerinin arasında yalnızlık tutar
Yalnızlık düşer sonra bir kadının
Beyazını kardan çalan parmaklarına
Karlar erise de erimez kimi duygular
ve o yalnızlık artık
bizim yalnızlığımızdır.
hayat en az iki kişilik olacak
yalnızlığımı tutanı bulduğumda.

7 Mayıs 2010 Cuma

Omuzlarında Buldular Beni


seni gördüm. omuzlarını ilk kez görmüyordum belki, o dans ettiğimiz gün omuzların açıktaydı ve yüzün bir çocuğa aitken onlar ileride çok kalbin zelzelesine neden olacak güzellikteydiler. yüzüne gözlerini saklamıştın; gözlerin bana verdiğin ilk benden almadığın tek şeydi hep.
bir ayrılığı hatırlıyorum adını duyunca; zorunlu ve içine kelimeleri sıkıştırdığımız, bir sarılmaya bile muhtaç ayrılığımızı. adının baş harfini taşıyan o çocukluk küpesi hala çekmecende duruyor mu bilmiyorum; ama o küpeyi kulağında hiç göremediğimi biliyorum. bilekliğini hatırlıyorum; hani şu üstünde garip figürler olan çünkü o gün sadece bir dansa sığdırılmış el ele tutuşmamızı ve sadece bir kere söylenmiş (yüz yüzeyken) seni seviyorum’umu düşünmüştüm. gözlerinin içine bakamamıştım; belki de tanrıya inanacak kadar olgun ya da bir kadının olacak kadar güçlü hissetmiyordum. çok çocuktum diyorum ya inanma. çok çocuğum hala, yüzünü görünce nasıl gülümsediğimi gördün ve hissettin değil mi sana karşı acizliğimi, güçsüzlüğümü, bebekliğimi belki? sözleriyle adam olmaya çalışan o masum çocuk karşında gözleriyle ele verirken kendini yani ben olurken ben uzun süre sonra bir tek sen gördün beni ve sen bana beni geri verdin.
acı nerede, aşk acısı diye soranlar vardı hep ve ben acının sensiz geçen her ana sindirdiğim o duygu olduğunu anladım, gözlerine bakıp bir deli gibi gülmem ondandı şiirdeki tüm yaralarımı iyileştirmek için yalayacak o deliler gözlerimde saklı ve deliler bile seni nasıl sevdiğimin farkında olmamalı, kıskanıp almak isteyecekler senden beni.
su

isimsiz


sana şişe diplerinde rastlamak?
eller dökülürken yaprak misali ellerimden
kaderi düşmek olmayan bir tek sendin
sana gecenin karanlığa doyduğu yerde mi rastlamalı?
söylesene ne bıraktın? neler attın içine
sana kalpteki parmak izlerinde mi rastlamalı
surlarından hangi ordular geçmedi?
bizim için hangi çocuk ağlamadı ve tineri çekmedi içine bir piç yokluğunda?
söyle ne yarattın ve hangi dizelerde ağlattın beni?
ne aldın ne veridin?kimi koydun yerime?
üşümem senden , ürperişim de öyle
sıcağım battaniyem adından dokunas bile
gene kimleri sevdinkimi koydun yerime?
not: çok eski bir şiir.

mor ve ötesi - Yorma Kendini

5 Mayıs 2010 Çarşamba

Timur Selçuk'a Mektup

Koca bir yaz seni dinledim ey güzel adam. Sesinde bir ömrü titreten adam. Şimdi de seni dinliyorum aslen. Rindlerin Akşamı'nın yorumundayım şu an. Bir yandan Emel Sayın vuruyor yüzüme sesini bir yandan sen. "Bu son fasıl" diyor, benim son fasıllarıma çok var. Dönülmez akşamlarım da yok henüz; ama içime koyduğun muhtemelen birçok akşama gebe öbrüm son diye adlandırılabilecek.

Bir başka yanım daha var seni seven. O yanım ki öğretmenimden mirastır. İnsan gibi insan olmayı öğütlemiştir daha çocukken şarkılarda bana. "Büyümez ölü çocuklar" diyen Nazım Hikmet şiirini bestesiyle bize öğrettiğini hatırlıyorum o öğretmenimin. Bilir misin güzel adam, insanlar gördüm öğretmeninden öğrenmeyen, öğrenemeyen. En çok onlara şaşmakla geçiyor ömrüm. Sana olan sevgimi şu güzelim mayıs'ta ayağa kaldıran ne midir? Geçen gün Mis Sokak'ta "Güneşin Sofrasında Söylenen Türkü" yüzlerce devrime inanmış tarafından bir arada söylendi. Senin sayende ODTÜ'de ayaklanan o gençleri düşündüm, hayal ettim. Sen onlar için bir idol, bir simgeydin, simgesin.

Bir dönemle adı özdeşleşmesi bir insanın yaşayabileceği en garip şeydir herhalde. Ben bunu bilemem; ama şimdi düşünüyorum da senin müzik dehan (müzik zekan derdim; ancak bu sanırım hafif bir tabir olur memleketimde) ve benim sonsuza dek takdir edeceğim Türkiye Edebiyatı'nın en güzel şiirlerini besteliyor olman seni ayrıcalıklı kılan. Neden sen derim bilmem, o kadar çok içimden geliyor ki "siz" demek bir tesadüf imkanı olursa...

Yine de bazı insanlar vardır ki, bestelediklerinde, söylediklerinde sizi ailelerine katarlar ya da siz onları ailenize katarsınız. Aslına bakarsan beni çok değiştirdin.

Hürriyete Doğru'yu dinledim senden ben.

Bu koca şehri bırakıp bir sevinin peşinden koşacaktım. Sonra durdum. Kimin hürriyetiydi bu, elbette benim. Bir başka hürriyete ortak olmak  arzusundan ötesiydi Orhan Veli'nin dizelerinden taşırıp ellerime bıraktığın. Sesin, en çok da sesinin bıraktığı.

Aslında seni seven o ikinci yanım pek dik bu günlerde. 1 Mayıs'ta eminim ki geçmiş 1 Mayıs'larına göre o sönük kitleye biraz kırgın söylerken marşını, başka başka şeyler anlatmak istiyordun kendi hayatından, kendi görüşünden.

Aslında aynı yerde olmayı istediğini bizle o kadar iyi biliyordum ki o sırada, görüşlerin, aramızdaki o farklar hiç fark etmedi. Ümit Yaşar'ın "Beni Kör Kuyularda Merdivensiz Bıraktın" yorumunu söylerken o canlı performansında hanımların yanına gidelim bakalım onlar kimleri kör kuyularda bırakmışlar deyişinde buldum ben kendi halet-i ruhiyemi.

Şimdi bir kör kuyudan olmasa da, korkusuz sesleniyorum sana. 

İyi ki varsın güzel adam. İyi ki şahsına özgü bir insansın. İyi ki kendin gibi bir adamsın...

Bunu söyleyebileceğim o kadar az insan var ki...

30 Nisan 2010 Cuma

"Mazi Kalbimde Bir Yaradır...."

Bazı hanımefendiler canlar yakarlar.

Özlemenin kırmızı dudaklarıdır dudaklarımızda iz bırakan. Kasıklarımızın değil yanaklarımızın ıslaklığıdır içimize yağdırdığınız hüznün sonucu. Ah efendim, ne çok da özlemişiz ellerinizi, dudaklarınızı, yüzünüzü ve ne kadar uzun zaman olmuş görüşmeyeli.

Neredeyse bir koca sene. Evet evet, bir koca sene tam olarak çok kısa konuşmalar dahilinde. Şimdi ne desem, neyi hangi dilde söylesem zulüm sayıyorum kendime. Şarkılarda "kırıp döktüklerim" ile beraber kalakalıyorum. Düşünüyorum ve kaçınılmaz son: bulamıyorum.

Gözünüzün yeşilini özlüyorum, saçınızın kıvırcıklığını düşlüyorum, yokluğunuzda her gün kendimi o aynanın karşısında canlı yayında daha bir çirkin halde izliyorum.

Siz kumraldınız ve ben hep o kumrallığınızı özlüyorum. Benim kumral olmadığım bilinen bir gerçek. Kumral bir kadının kucağında uyuyamadım siz yokken. Hiçbir kadının huzurlu köprülerinde tutunamadım, ücretsiz geçişli bayram günleri bile işe yaramaz konu sizken. Ah efendim, neler yaptınız bana.

Nasıl yaktınız hanımefendi?

Neden toparlanamamaktayım. Sizi o beyaz elbise içinde gördüğüm akşam, hani beraber Çeşme'nin en güzel yerinde bir restoranda size yıldızlı menüye baktıktan hemen sonra sizi sonsuza dek istediğimi söylemiştim, beni her "geri al" komutu verişimde neden durduruvermediniz?

Şimdi bir pişmanlığın yanında, Bursa'daki evimde ziyarete geldiğinizde el koyup beni postaladığınız öz yatağımda uyumak kolay mıdır? Duvardaki resmim hani duvar durdukça duracaktı orada diyebilirsin elbet, erkeksi monogamikliğe tutulasım var acilen, neden olmuyor, olamıyor.

Hayatın control z'si bulunamıyor, hayat neden bu kadar zulüm, hayat neden sizsiz böylesine "gollum".

"Beni zaman zaman ağlatan, işte bu hazin hatıradır" diyerek bakıyorum mektuplarınıza, defterlerime, bana aldığınız kitaplara.

Yine de gerçek ortada. Hem suçu işleyen bendim, hem de af dilemedim.

Yine de gerçek ortada: "Başkasına yar oldu, eller bahtiyar oldu..."

ya da özetle

"O kadın da unuttu beni"

Sizin için gelsin:
İncesaz - Mazi Kalbimde Bir Yaradır

ben de gönül çektim eskiden
yandı hayatım bu sevgiden
anladım ki bir aşka bedel
gençliğimmiş elimden giden

önünde ben geldim de dize
yar olmadı bu kimse bize
en nihayet düşüp can verdim
gözündeki yeşil denize

sarmadımsa da belden, geçmedim bu emelden
bir hazin maceradır onu aldılar elden
başkasına yâr oldu, eller bahtiyâr oldu
gönlüm hep baştan başa viran bir diyâr oldu

mazi kalbimde bir yaradır
bahtım saçlarımdan karadır
beni zaman zaman ağlatan
işte bu hazin hatıradır
ne göğsünde uyuttu beni
ne bûseyle avuttu beni
geçti ardından uzun yıllar
o kadın da unuttu beni

sarmadımsa da belden, geçmedim bu emelden
bir hazin maceradır onu aldılar elden
başkasına yâr oldu, eller bahtiyâr oldu
gönlüm hep baştan başa viran bir diyâr oldu



http://fizy.com/s/1ai7bn 

29 Nisan 2010 Perşembe

İçime Sinmiyor...


Çok renkli, zamanı yenen bir çocukluk sayılmaz benimkisi. Etrafımdakilere göre büyüdüm. Aileme, çevreme göre. Çocukluğumun çocukluk kısmından kopuşu para sıkıntılarının ne olduğunu öğrendiğim zamanlara denk gelir. Aynı zamanlar çocukluğumun çocuk kalmış tek sevgisine gebedir. İçime çocuk çocuk düşen sevginin yıllar sonra nerede olduğunu kendime bile soramayışımın altında da bazı şarkıları bile dinleyemeyişimin acısı var sanırım...

Aklıma hep o şarkı düşüyor işte...

Kocaman çocukluktan geriye kalan tek şarkım. Üstelik benim çocukluğumdan çok eski; ama beni eskitecek kadar da güçlü... En eski mavilere kadar götüren o mavide beni bırakan, bir adım ötesine hiç geçemeyişime neden olan, titremeyi, konuşamamayı hatırlatan o şarkı. Defter aralarına bırakılmış son çocukluk kalıntıları.

Aşk işte... İlk aşk.

Şimdi şu gün durup dururken bunları mı yazdım? Hayır elbet. Göksel sağ olsun yeni bir albüm yaptı. Adı "Hayat Rüya  Gibi"

İşte bu yüzden bir anda kulağıma ilişen bu şarkı gözüme yaş, içime kaybedilmiş binlerce telaş bıraktı.

Ne diyeyim...
"Seni bana vermediler.
Mutlu olsunlar diyorum.
Elbet onlar da severler!"

Birilerini suçlamakla geçiyor ömür....

Şimdi kimi suçlamalıyım seni kaybedişimden ötürü kendimden başka...

Kaybetmek ata sporu erkeğin evet. Biyolojik olarak da yatkınız buna psikolojik olarak da.

Atlatırız sanıyoruz; ama geçmiyor, geçemiyor.

Geçen sadece zaman, oysa zaten "içime sinmiyor".

25 Nisan 2010 Pazar

"Siyah Beyaz" Kent Öyküleri'nin Düşündürdükleri


Son zamanlarda sinemaya gitmeye pek vakit bulamıyordum; ancak Siyah Beyaz'ın afişini gördüğümde, en çok da Taner Birsel'in etkisiyle bu filme gitmeye karar verdim. Bir filme gitmek kararı alınması gereken bir şey olduğundan benim için üzgündüm aslında. Çünkü artık film izleyecek zaman bile bulamamanın acısını taşıyorum üstümde, içimde (şurada bir yerde...).

Yaşlanan, darbe alan insanların öykülerine teğet geçiyor ya "Siyah Beyaz" ben de kendi öyküme teğet geçirdim filmi. Taner Birsel'i sevmemin de etkisiyle belki "Faruk" karakterine takıldım, orada aradım, buldum kendimi.

Bu bırakma ihtiyacı üstüne ne çok yazdım, bir şeyleri bırakmayı ne kadar çok arzuladım şu son zamanlarda. En mühim zamanları terk edesim var işte sırf bu yüzden.

Bir sevgiliyi terk etmeye benzemiyor hayatı ve düzeni terk etmek. Para gerekiyor parasızlıkta, güç gerekiyor güçsüzlükte, can gerekiyor zaman gerekiyor bu yaman yalanlıkta...

Şimdi bakıyorum da bir barım olmasa da onlarca arkadaşın onlarca fotoğrafını biriktirmişim, peki ya kaç dost yitirmişim, kaç dostun gülümsemesine muhtacım şu an...

Neden hayatta var olabildiğim bir küçük oda bile bulamıyorum ve neden sevemiyorum olduğum yeri, odamı, evim, hayatımı...

Bana "kal" diyen birileri her daim olsa da onların da gelip geçiciliğidir üzücü olan.

İçimize saplanan bir ölüm ve kalmak korkusuydu "Siyah beyaz".

Ve zaten işbu yazı yazılırken Müslüm Baba söylüyor fonda:
"Her şeyi al, bana bei geri ver bir şansım olsun!
 Başka yer, başka zaman, sensiz bir ömrüm olsun..."

9 Nisan 2010 Cuma

Vals

Her şeyi kayıt altına aldım,
Adımları, kaldırımları ve kadehleri.
Bir tanesini diktiğinde sen
Ötekinin ötekiliği kalıyordu elinde
Biz ötekileri fazlasıyla seviyorduk.

Her şeyi alttan aldım.
Örneğin sağ gösterip sol vurdular.
Hangi yanağımı döneceğimi şaşırdım.
Bir kaşını kaldırdığında sen
Ötekinin göz yaşı kalıyordu derinliğinde
Biz göz yaşlarına fazla değer veriyorduk.

Ve bu bir valsti.
Ne tutku vardı içinde ne şiddet.
Biraz sen, biraz ben
ve nerden geldiği belli olmayan
rengi her daim kırmızı bir
asalet...

dudaklarınızın arasına uğrar mı:
ihanet?

6 Nisan 2010 Salı

Doğum Günü


Yaklaşık bir milyon yıldır görmediğim (ve abartı ömrümüzün yarısını almıştır) bir dostun gözlerini rüyama ne koydu bilemem. Sanki en sevdiğim filme eklenen ya da hep gözden kaçırdığım bir sahneydi gözleri...

Rüyaları renksiz gördüğümüzü söyledi bir başka dostum.

En özlediğim maviyi bir rüyada bile görememiştim işte.

O dost yarın miladi takvimin saydığı yıllardan birini daha aşacak.

Bu günlerin önemli olduğuna inananlardanım.

Hayatın doğum ve ölüm arasındaki o ince ipte yürümek olduğunu öğrendiğimizde iki çocuktuk.

Hala iki çocuk olmadığımızı kim söyleyebilir?

Zamanla yaralar aldık, yaralar açtık. Birbirimizi, başkalarını yaraladık gün be gün.

Yarın sabah o ve yaraları bir yaş almış olarak uyanacak.

Ben yine en sevdiğim maviye özlemle çok uzaktan bir "iyi ki doğdun" demekle yetineceğim.

O'na vermek istediğim son sırrı söyleyemeden bir yıl daha geçecek.

Büyüdünüz güzel çocuk.

İyi ki.....

30 Mart 2010 Salı

Babalar ve Oğulları: Serseri Mayınlar

Sarphan Uzunoğlu
Ferzan Özpeket’in son filmi Mine Vaganti (Serseri Mayınlar) vizyonda. Özpetek’in babasına ithaf ettiği filmde İtalyan toplumunun ataerkil yapısı bir babanın iki eşcinsel oğluyla ilişkisi üzerinden anlatılıyor.

İtalyanlar ve Türklerin toplumsal özellikleri sıkça benzetilir. Genelde bu benzetme her iki toplumun da olumsuz yanları üstünden yapılır. Ferzan Özpetek’in son filminde de her iki toplumun da henüz barışık olmadığı eşcinsellik ve eşcinsellerin tipik ataerkil aile yapısıyla ilişkileri işlenmiş. Filmde yer alan tüm karakterler Ferzan Özpetek’in hayata bakış açısını yansıtır nitelikteyken, hikayenin son noktada ulaştığı zaman ötesi biçim izleyenlerde heyecan yaratıyor.
Filmin başından sonuna bizim yaşadığımıza çok benzeyen; ama o kirlenmişlikten eser taşımayan bir temizlik ve güzellik söz konusu. Bilinmez havasından mı, suyundan mı yoksa hoşgörü seviyesinden mi Türkiye’de muhtemelen bir cinayetle sonuçlanacak olaylar Ferzan Özpetek’in sinemasında estetik bir olaylar zinciri halinde baştan sona hayranlık duyduğunuz karakterlerin başından geçiyor ve beyaz perde baştan sona beyaz ve güzel bir filme kavuşuyor.
Aslında Özpetek’in tarzı ve filme tarzını yansıtmasıyla ilgili en güzel şeyleri Yıldırım Türker 27 Mart’ta Radikal‘deki köşesinde yazdı:
Ferzan, ürettikleri kendi kişiliğinin bire bir mührünü taşıyan yaratıcılardan. Onun sinemasından söz ederken arkadaşımı unutmam imkânsız. O, kendi filmlerinden çıkıp gelmiş bir karakter zaten.”
İçinden Kadın Hikayeleri Geçen Film
Aslına bakılırsa Özpetek’in filmlerinde gay hikayeleri anlatması alışılmış bir durum; ancak filmde gizli olan kadın hikayeleri de baştan sona sizi sürükleyecek güzellikte. Öyle ki filmde yer alan tüm kadın karakterler kendilerine özgü tarz ve geçmişleriyle size size dair şeyleri hatırlatıyorlar. Aldatılan bir kadın, her şeyi ve geleceği elinden alınıp terk edilmiş bir kadın ve hayatının aşkına asla tam anlamıyla kavuşamamış hayatının sonundaki bir kadın bu filmdeki en önemli üç karakter gibi gözükmeseler de filmin kilit noktaları oluyorlar ve bazen bizim için çok daha ilgi çekici olabiliyor hikayeleri. Filmdeki bir başka kadın hikayesi ise eşcinsel başkaraktere aşık olan kadına ait.
Filmin Asıl Meselesi Gerçeklikle
Filmin asıl derdi olan baba oğul ilişkileri ise her şeyin ötesinde Ferzan Özpetek’in bir röportajında da belirttiği izlenimlerinin sonucu olarak ortaya çıkmış gibi gözüküyor. Zaten Özpetek en ilerici görünen yerlerde bile “gay” olmanın ve bunu özgürce yaşamanın zorluğuna oradaki sözleriyle de dikkat çekiyor.
Çünkü filmi çektiğim Lecce, aslında ıtalya’nın en ilerici kesimlerinden biri. Yine de o bölgede bir erkeğin babasına gay olduğunu söylediğinde nasıl tepki alacağını araştırdım. Burada bile ‘Çocuk söyledikten 30 dakika içinde bütün şehir biliyor olur’ dediler. Kimse kimsenin yüzüne karşı bir şey söylemiyor. Babanın paranoyaklığı da buradan geliyor.”
Aslına bakarsanız iki yüzlü toplum yapımızı ve her şeyi kapalı kapılar ardında yaşayışımızı o kadar iyi anlatan bir film ki Serseri Mayınlar muhafazakâr kitlelerin ensesinde patlayacak tokat sertliğinde gözükmese de toplumun cinselliği konumlandırdığı yerin ne kadar hastalıklı olduğunu ve bu hastalıklı konumun toplumca nasıl gözetildiğini gözler önüne seriyor.
Filmde hem muhafazakârlığın sadece doğu toplumlarına özgü olmadığını hem de eşcinsellerin bir şekilde kendilerine duydukları güvenle bazı sınırları yıkabileceklerini görüyoruz. Zaten Özpetek’in kendi babasıyla ilişkisine bile tek taraflı da olsa yansıyan eşcinselliğin gizli tutulmasına dair görünmez baskı belki de bu filmi ortaya çıkaran temel duygu.
Sezen Aksu ve Ferzan Özpetek
Sezen Aksu’nun geçtiğimiz ay Vogue da Ferzan Özpetek’e yazdığı övgü ve sevgi dolu mektubu okuduğumda ikisinin dostluğunun özelliğini kavramıştım. Özellikle Sezen Aksu’nun Deniz Yıldızı albümü sanki film için yapılmış bir soundtrack albümü gibi. Albümde bulacağınız hafif hüzünlü; ama umut taşıyan havayı filmde de soluyabiliyorsunuz. Aslına bakarsanız Yıldırım Türker, Sezen Aksu ve Ferzan Özpetek üçlüsünün aynı fotoğrafta bir aile portresi çizeceğini söylemek zor değil. Filmin sonunda her şeyin birbirine bağlandığı noktada başlayan “Kutlama” ise insana yeni ve güzel bir cümle sunuyor hayat için:
“Başlıyor ömrümüzde yeni bir fasıl”

27 Mart 2010 Cumartesi

"Kardanadam güneşe aşık olmuş" ya da "bir hayat biriktirdim sana yetseydi"



konuşmadan anlatsam ya da yüzüne bakmadan
ki yapamam
gözlerin dolar şimdi ya da önce benimkisi
ne fark eder ki
kelimeler şu an
kocaman birer yalan
konuşursam seni yakar
susarsam kendime katlanamam

ne seninle ne sensiz
anlatmak kolay değil ve anlamak zor
hiçbirinde olmadı
belki şimdi zamanı bunu hayra yor
kardan adam güneşe aşık olmuş
bir sabah doğmuş güneş kara kışa
kardanadam mutlu, yok olmuş

hiç durmadan yürürdüm yolumuz olsa
bu sana son susuşum son sözüm olsa
sonsuza gitmiyor aşk keşke gitseydi
alsa ikimizi uçup gitseydi
bir hayat biriktirdim
sana yetseydi

feridun düzağaç.

not:
"bir hayat biriktirdim, sana yetseydi..."

insanın içine böyle şarkılar düşürecekseniz feridun bey, tazminat ödemelisiniz...

26 Mart 2010 Cuma

Ah sevgili hanımefendi!

Ah sevgili hanımefendi,

Acım fazlasıyla büyüyebilir, beni mümkünse daha önce sevilmemiş yerlerimden sevip daha önce feci biçimde vurulmuş yerlerimden dövünüz. Merheminiz sesinizdir. Bana önce şarkılar hediye edip,ağrı kesicilerimi öyle veriniz.

Biliyorum ki siz, başka bakışların başka insanların, başka hayatların ülkesinden belki de kaderin kuyruğunda gelirken pek farkında değildiniz bu oyunun geleceği son noktada şah mat çekilecek hayatlar olduğunun.

Siz şimdi bir düşeş'in ta kendisisiniz ve feci biçimde kırmaktasınız beni, anlamazdan gelmelerinize mi kızsam,
bir pul kadar değesiz hissedişimi anlatamayışlarıma mı hislensem bilmeden,kendi yanıma yatarak geçiyor her gecem. yani hep yek, hep yek.

Size yalnızlıkla ilgili söylediklerim, çoğunlukla size değil kendime söylediklerimdir, size söylemem gerekenleri de kendime söylüyorum.Gelin bir günlüğüne gerçekliklerimizi değiş tokuş edelim. Bu kârlı alışverişten dostluklar doğurmak Fazlasıyla naif bir istek olurdu ve kör bir alıcı lazım sanırım bana.

Çoğunlukla elinde silgiyle gezen bir çocuğum, silmek konusundaki başarılarımdan dolayı beni kutlarsanız, ben de sizi sevmek konusundaki başarısızlığınızla anarım, Bir seni seviyorum'un yanı başına özel bir şey konmalı. Fotoğrafımı baş ucunuza koyunuz, afili olmasa da yakışıklı, yakışıklı olmasa da sempatiktir size sarılmaya eğilimli bakışlarımız.

Eski mektuplarla dolu çekmecem fazlasıyla ünlü bir özelliğimdir ve bir promosyonumdur korkunca kaçıp gitmem. Yine de çorap söküğü gibi arkası gelirse öpücüklerin ben bir pazar keyfiyim. Mümkünse tadımı çıkarınız. Bu pazar'lık beni, üstümde kahveler unutmadan, sabahları sırtınızı dönmeden, hoş vakitlerde, boş umutlar vermeden seviniz.

günün şarkısı:

23 Mart 2010 Salı

Doğumun Kutlusu Değil İnsanın Mutlusudur İşin Özü

Zor bir yıl oldu. Bir dolu işle uğraşılan, sıkıntıdan ölünen, bir arkadaşın (bu kadar yakında olan) ölümünü geç duymanın pişmanlığıyla arkadaşlara daha çok sarılınan, insanın insana olan ihtiyacını daha iyi anladığım bir yıl oldu.

Büyümenin gölgesinde yaşamak insan için fazlasıyla rahatsız edici. Sanki bir ağaca tırmanıyorum da ben yükseldikçe düşünce ölme olasılığım artıyor. İnsanların ağaçlara tırmanmadan bir apartmanın yedinci katından kendini attıkları dünyada düşünce bir "sonra" olmadığını bilerek yaşamayı öğrendim. Korkularla tanıştım, onları sevdim. Bu yüzden asla yapmam dediğim şeyleri rahatlıkla yapar oldum. Belki de hataların izinden gitmenin ama hata olduklarını da bilmenin hafifliğiydi bu. Kendime hata yapacak kadar güvendim.

Demiştim ya zor bir yıl oldu diye, hayatımın en verimli yılıydı da. Duygu'yu, Selin'i, Hakan'ı, Vahap'ı, Evren'i tanımak bu yaşıma nasip oldu. Bu yaşımı sevmemin en önemli nedenleri Onlar. Her birinden aldıklarım, her biriyle paylaştıklarım bu yaşı özel kılanların başındaydı. Tabi hayatın değilse de bu benin başından beri yanımda olanlarım da var. Şu aralar Türkiye'den uzaklarda olan iki sevgili insan, ki biri avustralya'da diğeri de küçük bir avrupa ülkesinde erasmus yolculuğundadır, sık sık olmasa da bir şeyler yazıp bana varlığın güzelliğini hatırlattılar. Yiğit hep buradaydı, sözü var, burada kalacak. Merve hep buradaydı, sorunlara ve sorulara derman olacak. Elbette bu yaşın tamamen olmasa da benden kaybolan insanları da var. Onları anmadan olmazdı. Zaten muhtemelen herhangi bir defter ya da fotoğrafta varlıklarıyla sinsice el sallıyorlar. Kendilerine bana bir çamaşır ipine dizilmiş don kadar değer biçmedikleri zamanlar için teşekkür ederim. Sayelerinde insanın değerini kavradım, pek mesudum.

İşin öte yakasında iki ölümü duydum. Biri çocukken sık sık halılarına kustuğum dayımın ölümüydü diğeri ise lisedeki sıra arkadaşımın yani Yekta'nın. Yekta'yı nasıl bilirdiniz sorusuna muhatap olamadım. Dayımı nasıl bildiğimi de soran olmadı.

İyi bilirdik, erken gittiler, gene bekleriz.

ve eklenesi bir notum var:

Dayımı çocukluğum boyunca o sofrada rakı içerek bana küfür öğretip beni seven haliyle yaşadım. Bir gün bile karşılıklı içemeyişimize de onla karşılıklı içemeyişimize neden olan o garip ailevi durumlara da lanet etmek için en doğru yer burası herhalde.

yeni yaşımdan dileğim:
kimse kimseye küsmesin. çünkü kimse bir diğerini mutsuz edecek kadar değerli değil ve kimse de mutsuz olacak kadar değersiz değil. acıtmayın, sevin.

bu kadar.

s.

14 Mart 2010 Pazar

Herkes İçin İnsan Hakları!


Liboş olmakla itham edilmek bu aralar Türkiye’de insan hakları adına bir şeyler söylemek ya da mevcut iktidarla belirli bir safta bir arada yer almakla eşdeğer sanki. Bu yüzden herkes bu “liboş” damgasını yememek adına ne kadar “solcu” ne kadar “dindar”, ne kadar “kemalist” ya da ne kadar “komünist” olduğunu açıklamak zorunda kalıyor. Açıkçası bu “liboş” olmama fetişizminin altında da bir homofobi yattığına adım gibi eminim, bunun da ötesinde emin olduğum bir şey var ki Türkiye’de “liboş” olmak sahiden zor. Neden mi? Hiçkimse sizi onlardan olarak görmüyor. Daha acıklısı, muhtemelen siz de kendinizi onlardan biri olarak görmüyorsunuz.

Aslına bakılırsa Türkiye’de liboş olarak konumlandırılmak çok kolay. Hatta bir Star Gazetesi yazarı Uğur Mumcu’nun oğlu Özgür Mumcu’nun liboş olduğunu yazmış geçen gün yazısında (elbette iyi anlamda kullanıyor bu sözcüğü) ve bunu sevindirici bir gelişme olarak değerlendirilmiş. Yine aynı Özgür Mumcu Fransız Sosyalist Partisi dahil birçok partiye göre solda olduğunu belirtecek kadar kendine güveniyor. Öyleyse liboşluğun tanımının tam olarak yapıldığı söylenemez.

Ne yapıyor liboşlar. Hele ki sola yatkın liboşlarsa “ezber bozmaktan” bahsediyorlar, Radikal İKİ’de yazıyorlar, çoğunlukla azınlık, anayasal diktatörlük, militarizm gibi konuları işliyorlar. Kitlesel bir hareketin Türkiye’de yaratacağı reformist dalgaya umut bağlamış durumdalar. Hükümeti sevmiyorlar; ama hükümetin yaptığı iyi şeyleri ince eleyip sık dokutuktan sonra gözden geçirebilecek kadar da akıllılar. AKP Karşıtlığı ile AKP nefretini karıştırmıyorlar.

Aslına bakarsanız liboşlardan en çok rahatsız olanlar sağcılar olması gerekirken, Türkiye’de en rahatsız kesim solcular. Neden mi? Kemalizmle dirsek temasından vazgeçemeyen hala “Ordu Millet El Ele” temasından yana duran solculardan bahsediyoruz çünkü. Türkiye’de sol ve Atatürk nedense hep aynı safta anlatılmış insanlara. Oysa sosyal demokrat bile olamayan bir devletin diktatörlükle devleti şekillendiren liderinden bahsediyoruz…

Geçen gün katıldığım toplantıda Ahmet İnsel “Sol önce kendi ezberini bozmalı” dedi. Solun hala CHP ile mücadele etmesinin garipliğine değinen İnsel, Türkiye’deki seçmenin CHP seçmeninden ibaret olmadığını, amacın sola oy vermemiş insanlardan da oy ve destek alabilmek olduğunu söylerken bazı solcu arkadaşlara fazla liboş gelmiş olabilir. Malum kendisi AB yanlısı bir akademisyendir ve AB bütün kötülüklerin anasıdır! Sermayenin kulu köpeği yapacaktır bizi! Şimdi şöyle bir düşününce paranoyak sosyalist düşünce üstüne psikolojiyle ilintili bir eser verme zamanım gelmiş de geçiyor; ancak psikolojiyle ilgili uzmanlığı olan ben değilim, özel günlerin özel insanının bu konularda okuma girişimleri var, umarım bir gün ortak kitap yazma şansı elde ederiz de Sol Paranoyası ve Kemalizm Paranoyası’nın derin analizini yapma şansımız olur.

Entel Küçük Parti Solculuğu ve Alperenlik

Şimdi bir konuyu daha masaya yatırmakta fayda var. Türkiye’de sol denince akla gelen kimi partiler var. Kitlesel sol denemese de daha popüler partiler de var TKP, ÖDP gibi. Bir de kenarda kalmış kimi garip partiler var. Bu partilerin isimlerinin açılımlarını bilmekte zorlanmanın bizim hatamız olduğunu düşünmemekle beraber Avcılar ve Atıcılar Derneği ile bile tanınırlık açısından karşılaştırılamayacak durumda olan bu mahalli sol partilerin ne yapmaya çalıştığı konusunda büyük şüphelerim var. Yeni sol ittifak içerisinde bu partilerin yer alıp alamayacağı ise bambaşka bir sorun. Öyle ki bu partiler yeni sola katılmayarak Türkiye’de aralarında birçok değerli arkadaşımın da bulunduğu kendini devrimci olarak adlandıran akıllı erkek ya da kadınları bir güzel yok etmiş olacak. Elbette bu partilerin yaptıklarını değil ana akım siyasi arenaya yapamadıkları katkıyı tartıştığımı eklemem şart.

Türkiye’de solun üstünden ölü toprağını atmak bugün o liboş olarak adlandırılan insanlara kaldıysa onların dönmekle suçladığı Murat Belge’yi biraz anlayamamalarından ileri gelmektedir tüm sorun. Bugün Murat Belge Avrupa’ya gidip liberalizmin geleceğinin tartışıldığı toplantılara katılabiliyorsa bizim solcularda problem vardır. Dünyayı algılamak istemeyişlerine şaşmamak ise elde değil. Yine de Türkiye’deki mini solu kendi paranoyalarıyla baş başa bırakmakta fayda var. Özgürlükçü sol dediğinizde size yumuşak kapitalist damgası yapıştıran bu insanlardan sol çekeceği kadarını çekti. Mümkünse onlar gibi sol olmamak adına ben kendime “sol” dememek taraftarıyım.

Öyle ki insanın, hakkın, çok sesliliğin, eşitliğin olmadığı yerde sosyalizm olsa kaç yazar?

13 Mart 2010 Cumartesi

Arabesk Esintili Şiirsel Rock: Gripin - MS 05 03 2010



Gripin'in albümünü İstanbul'da bir dostun değerli katkılarıyla edinmek ve İstanbul'da dinlemek de nasipmiş... Bunun bir ömür boyu beklediğim fırsat olduğunu söyleyemem; hatta albümün vuruculuk katsayısını arttırdığı da kesin. Yine de bu albümle ilgili bir yazı yazmadan haftayı tamamlamak biraz bu ülkede en sevdiğim söz yazarlarından biri olan Birol Namoğlu'na, biraz da Haluk Kuruosman'ın albüme yaptığı bana kalırsa hatrı sayılır katkıya haksızlık olurdu.



Albümü şarkılarına göre bir bir analiz etmek mümkün. Klarnet solo ile başlayan doğulu bir pop-rock albüm var elimizde.



İlk şarkı: Sen gidiyorsun.



Açıkçası albümün girişine böylesine sert bir şarkı koymak albümü henüz cd çalarına takmış dostlarımız için biraz şaşırtıcı olacak. Hatta bunu stratejik bir hata sanacaklar. Oysa "Sen gidiyorsun" ile başlayıp "Yolcu yolunda gerek" ile biten albüm için daha güzel bir seçim olamazdı. Derin efkar ve bir gidişi sorgulayan adam...



Açıkçasını söylemek gerekirse bu albümden benim beklentilerimi karşılayan sayılı şarkılardan biri "Sen gidiyorsun".



Elbette Gripin'i özellikle vurucu slow'larıyla sevenler bu şarkıda kilitlenip kalacaklar hatta bu şarkı için ciddi güzel hisler besleyeceklerdir. Bu çok doğal, çünkü ardı ardına sıralanan cümlelerin içe bıraktığı acıyı hissedebiliyorsunuz dinlerken.



Ardından gelen Koca Çınar ise şu Gripin'in bana kalırsa sahip olduğu "bizim mahallenin çocukları" imajına oldukça uyan "koca çınar" gibi bir genel kalıbı bile güzelleştirebilen türden. Zaten albüm boyunca tanık olabileceğimiz iç hesaplaşmaların en güzellerinden biri de bu şarkıda...



Haris Alexiou'dan Birol Namoğlu'na Ağlamanın Tarihi



Aslına bakılırsa çok da uzağa gitmek gerekmiyor. Aynı mahallenin çocuğu olmasa da aynı toprağın çocuğu diyebileceğimiz bir müzik üstüne söylenen harika bir şarkı var albümde: Durma Yağmur Durma.



Gripin bu şarkıyı çıkış şarkısı olarak seçerek çok akıllıca bir iş yapmış. Birileri bu çocuklara akıl verse de herhangi bir içki firmasıyla sponsorluk anlaşması imzalasalar diyorum her dinleyişimde. Açıkçası kocaman adamları gözyaşlarıyla bir şeyleri düşünmek, bir şeylerde boğulmak durumunda bırakan bir şarkı yapmak kolay değil.



Hemen ardından gelen Sal Sensizliği Üstüme "Sana Ne Bundan" ayarında sert bir şarkı. Bu şarkı ise sanırım birilerine kızgın olup şişe diplerinde stres atacağımız akşamlarda bize fena halde yardımcı olacaktır... "Sahibinden az kullanılmış kelimeler" eskitenlerin şarkısı olacağı kesin.



Haluk Kuruosman'ın Dev Kıyağı: Beş



Açıkçası üç ve dört'ten sonra Gripin'den bir beş bekliyordum. Hatta Birol Namoğlu'nun ekşi sözlük'teki bir girisinde beş başlığına yazdıklarını nasıl şarkı yapacağını merak edip duruyordum; ama bu sefer altın vuruşu yapan Haluk Kuruosman oldu.



"Ne zaman çalınsa kalbim, derler ki: bir arkadaşa bakıp da çıkacaktık" ve "Dört işlemden ibaret parmak hesabıyla benim hayatım: eksildikçe saatler ömrümden artıyor gelecek telaşım" gibi kimi dizelerle size de kendini anlattığını umduğum şarkı sanırım bir süreliğine bizim yaşlarımızdaki umut-gelecek-depresyon üçgeninde yaşayan insanları fazlasıyla ihya edecektir.



Albüm ilerledikçe artan efkâr oranından bahsetmeye lüzum yok. Akşamlar'da kadehleri birbirine vuranlar anladığım kadarıyla "can yeleği" ile ilgili olan o son şarkıda yani "Gözyaşlarım Değil Onlar" dahilinde Can Yeleği'nin hikayesinin sonunu dinliyor olacaklar. Asmalı'nın sokaklarında bu şarkı dinlenip insan kaybolabilir mi bilinmez; ancak Gripin'in albümü içerisinde benim için ünlü olmasın ve sıcacık benim kalsın denebilecek kadar özel olan tek parça.

5 Şubat 2010 Cuma

fais moi mal johnny (Boris Vian'dan)!!

Dev Kertenkelelere Tapıyorum!


Korkacak bir şeyim kalmadı. Açıklıyorum. Ben ne Allah'a ne Yehova'ya ne Üstad Yoda'ya ne de ineklere tapıyorum. Ben dev kertenkelelere tapıyorum!

Aslında hiçbir şeyi basitleştirmeden anlatmalıyım sanırım durumu. Her şey Kertenkele Kral'ın suçu. Oliver Stone ağabeyimiz The Doors isimli filmi çekmeseydi, daha da acıklısı The Doors Algının Kapıları'ndan esinlenip o ismi almasaydı ve dahi William Blake Algının kapılarını açmamış olsaydı belki şu an şu yazı asla var olmayacaktı.

Ama saydığım tüm bu şeyler oldu. Daha da acıklısı ben dev kertenkeleden başka inanacak bir tanrı ya da yarı tanrı değil, insan bile bulabilmiş değilim.

İşbu günlük neden açıldı?

İşbu günlük tamamen kişisel notları tutabilmek, aktarabilmek, kendime yol açabilmek, kendimi takip edebilmek, geriye dönebilmek, döndüğümde bir şeyler görebilmek ve gördüklerimi reddetmek yerine onlara sahip çıkabilmek adına mübarek (!) cuma akşamı görüldüğü üzere hiç de kutsal olmayan amaçlarla açılmıştır.

31 Ocak 2010 Pazar

Gitmeye Alıştırmak Lazım Herkesi


İnsanın kendini bir ameliyat masasına yatırması lazım bazen. Tüm ayrıntılarıyla incelemeye gerek kalmayacaktır nasılsa hangi parçanın ödem yaptığını ya da hangisinin kullanılmaz hale geldiğini bilmek için.

İnsanın kendi son kullanma tarihini bilmesi kadar güzel bir şey yoktur çoğu zaman. Benim buralardaki son kullanma tarihim geçeli çok oldu. Bir buçuk sene kadar uzatmaları oynayıp başka ülkelere başka sevilmelere, başka yalnızlara koşasım var.

Kangurular diyarına gidesimvar kısacası; ama öncesinde başka bir diyara sözüm var: Suriye...

Vahap'la birlikte içimizde kalan tortuları atmak için gidiyoruz belki de. Vahap şöyle dedi, kutsal kitaplar göğe gönderilmiş ve oradan geri yollanmıştır bize.

Biz oraya gökyüzüne aradığımız şeyleri yollamaya gidiyoruzdur belki de...
Geri dönerler mi?
İnsan kendinden umut kesmemeli...

26 Ocak 2010 Salı

Büyüdüm


Lanet olası bir iş büyümek. Ne eski pabuçlarım oluyor şimdi ayağıma, ne de eski kederlerim yetiyor. Yeni yeni kederler arıyorum, inanmazsınız sizi bile özleyip hislendiğim oluyor. Hani esmer bakışlarınız ve o unutamadığım beninizle hayatıma girmiştiniz. Nazik bakardınız. Asla ellerinizi çekmediniz ellerimden. Bundandır belki de kırmızı sabahlarda ellerimin üşümesi en çok yürümeyi bakışlar ona yöneltilmişken öğrenen ayaklarımın sıcacıklığına rağmen.

Büyüdüm işte. Kim bilir kaç sevgilinin saçlarının tellerinde kaydı ellerim, kim bilir kaç ten, kaç beden gezindi sayfalarım arasında. Yine de büyüdüm demenin hüznünü almadı hiçbiri. Şimdi düşünüyorum da o ince telli saçlarınız, ısırdığınız her daim kuru dudaklarınızla bu büyümek halinden hiçbir şey anlamamış olmalısınız.

Siz güzel bir kadındınız belki de güzel bir erkek.

Ben güzel bir insan bile değildim, o yüzden büyüdüm. Çirkinliğime çirkinlik ekleyerek büyüdüm üstelik.

Camları kırıp onların üstünde yürümüştük. Hangimizin yüzünün ifadesi değişmezse o kazanacaktı. Yüzüme baksaydınız kazanabilirdiniz, yüzünüze baksam kazanabilirdim, utancımı yenip elinizi tutsaydım muhtemelen aşık bile olabilirdik, dudaklarınızdan yukarısını göremedim, saçlarınıza dokundum, onlara tutunup çok kez geldim sizin ülkenize. Bu yüzdendir ki büyüdüm ve sadece kokunuz değil hep kaçırdığınız bakışlarınız kaldı aklımda... Ben gizli gizli sizi izledim, annem gibi okşadınız, babam gibi yoksaydınız, sevgililerim gibi terk ettiniz.

Ben sizi bir türlü anlayamadım, sonra vazgeçtim.

Kısacası vazgeçmeye eşledim ben büyümemi. Çocuk olarak anlayamadığım her şeyi yoksaydığım o sabah büyüyüp uyandım.

S.

24 Ocak 2010 Pazar

ÖZGÜRLÜK SIRTINDAN VURULMUŞ, YERDE YATIYORDU

Not:Ünivers 2010 Ocak-Şubat Sayısı için yazdığım Hrant Dink Yazısıdır.

Bir hikayeyi vurdular. 19 Ocak 2007 günü öğleden sonra saat üç'te Agos'un önünde kocaman bir adam yerde yatıyordu. Bazıları O'na inatla “Fırat” diyordu. Beyaz bereli çocuk O'nu vurduğunda O'ndan esirgenen ismini binler haykırdı, artık özgürlüğe inanan tüm yürekler Hrant Dink'ti.

Türkiye'de ötekilik başarı gerektiren bir sanattır. Hrant Dink bir öteki olarak 15 Eylül 1954'te Malatya'da doğdu. Ermeni asıllı bir Türkiye vatandaşıydı. Annesi ve Babası 1961'de ayrıldıklarında kardeşiyle birlikte etnik kökeninden başka bir yalnızlığın dünyasına, yetimhaneye gitmesine karar verildi. Ermeni Yetimhanesi'nde büyüyen Dink için hayatın adaletsiz yüzü her geçen gün daha da netleşiyordu. Yetimhanenin dışındaki hayatın adaletsizliğinden hesap sormanın derdine düşen Dink Türkiye Komünist Partisi'nde Marksist – Leninist bakış açısıyla siyasete başladı. O artık tam bir ötekiydi. İnsanların işkencelerde kaybolmasının sıradan sayıldığı, sokaklarda ölümün yalnızca düşünenleri ve masumları avladığı bir dönemde ailesizliğinin, Ermeni olmasının yanına bir de siyasi kimliğini ekliyordu. Yakalanması durumunda Ermeni Cemaati'nin zarar görmemesi için adını mahkeme kararıyla “Fırat” olarak değiştirdi. Toprağını sulayan nehrin adını alan Dink'in toprağı ve insanı için mücadelesi 70'lerdeki sol kimliğiyle sınırlı kalmadı. İstanbul Üniversitesi'ndeki zooloji eğitiminin ardından yetimhanede beraber büyüdükleri Rakel ile hayatını birleştirdi.

Hrant Dink'in en önemli özelliği nerede var olduğunu unutmamasıydı. Eşi Rakel’le birlikte kendi kaderlerini paylaşan, Anadolu'dan gelen kimsesiz ve yoksul çocukların yetiştirileceği Tuzla Ermeni Çocuk Kampı'nı yönetmeye başladı. Buranın her parçasına çocuklar için emek veren Hrant ve Rakel Dink'in elinden devlet yine çocuklar adına el koydu. Hrant Dink artık askere gitmek zorundaydı.


O'nu bu kadar bizden biri yapan yanını, gazeteciliğini ise aldığı eğitime değil, doğruya olan sevdasına borçluydu. Gazete sütunlarında adını ilk olarak yanlış haberlere yaptığı düzeltmeler ve kitap eleştirileriyle buldu. O günlerde o sütunların kapladığı gazetelerden birinin bir ülkenin utancını örtmek üzere yerde yatan bedeninin üstüne serileceğini bilmiyordu.

SU ÇATLAĞINI BULDU

Basının gücünü keşfetmişti. Ermeni Patrikhanesi'nin kapısını çaldı. Dertlerini hem Türk hem de Ermeni vatandaşlara her iki dilde de anlatabilecekleri, kendi ifadesiyle Ermeni Toplumu'nun kapalılığını kırmayı amaçlayan bir gazete çıkarmayı önerdi. Kapısının önünde son nefesini verdiği Agos 5 Nisan 1996'da Ermeniler'in sesini duyurmak adına ilk sayısını yayınladı. Agos'un başyazarı, kurucusu ve yayın yönetmeniydi. Agos'u Türkiye'deki kozmopolit medyanın bir parçası yaptı. Ermeni Cemaati'nin iç ve dış havadislerinin yanında fikirlerinin yayılmasını sağladı. Agos hiçbir zaman günlük ve her gazete bayiinde bulunabilecek türde bir gazete olamadı. Cemaat içinde bu durum asla bir dezavantaj olarak görülmedi. Çünkü Ermeni Cemaati, Diaspora ve Ermenistan farklı anlayışlar taşıyan farklı güçlerdi. Dink'in amacı ise her üç gruptan da farklıydı. O tarihiyle yüzleşen Ermeni ve Türk Devletleri'nin ve halklarının bir yarını olabileceğine inanıyordu. O'nun Türk – Ermeni meselesine bakış açısı sık sık anlattığı bir hikayede gizliydi: “Fransa'da yaşayan yaşlı bir Ermeni Kadını her sene doğduğu Sivas'ın Uludere Köyü'nde on beş gün geçiriyordu. Böylece hasretini gideriyordu. Son ziyaretinde hayatını yitirmiş, tanıdıkları beni aradılar, bir yakınını bulmamı istediler. Kızını buldum ve gönderdim. Kızı gittikten sonra aradım. Cenazeyi getirip getirmeyeceğini sordum. Kız cevap verdi: Ağabey, getireceğim; ama buradaki amca bana bir şey söyledi. Ardından kız ağlamaya başladı. Amca telefonu aldı, kıza ne dediğini sordum: Oğlum dedi, ben O'na dedim ki, anandır, malındır, istersen alır götürürsün; ama beni dinlersen bırak, su çatlağını buldu...”

ÖZGÜRLÜK MAHKEME KARŞISINDA

O Ermeni Halkı ile ilgili olarak tek bir anlayışı savunuyordu. Türkiye'nin topraklarında, sahip olmak için değil ölmek için gözleri olduğunu her seferinde söyledi. İnsanlar O'nu çok severken, tüm o kurumlar ve devletin asık suratlı yüzü karşısındaydı. Türkiye'den de Ermenistan'dan da başka bir şey savunuyordu. Ermeni Diasporası'na içinde “soykırım” kelimesinin geçmediği bir strateji izlemesini tavsiye ederken Ermeniler'in tepksini çekerken, 2002 yılında Urfa'da verdiği bir konferansta "Ben Türk değil Türkiyeliyim ve Ermeniyim" dediği için Türklüğü aşağılamak suçundan üç yıl yargılandı. Sonuçta beraat alsa da gözler artık üstündeydi. Hepimizin sonradan adını duyduğu ve Türkiye'nin birçok aydınını mahkeme koridorlarında süründüren o kanun O'nun da kapısını çaldı. 301 basit bir otel odaası numarası gibi gözükse de Dink'in hayatında bir dönüm noktası haline gelmişti. Bir köşe yazısındaki ifadesinden ötürü, bilirkişi raporuna rağmen aldığı altı ay hapis cezası ertelendi. Artık Dink cesaretlenmişti. Olası çözüm için en önemli aktörlerden biriydi. Dünyaca ünlü Reuters'e verdiği röportajda "Evet 1915’te olan bir soykırımdı çünkü dört bin yıldır bu topraklarda yaşayan bir halk ve onun uygarlığı artık yok" demecini verdi. Fransa'da soykırıma hayır diyenleri cezalandıranları lanetleyen Türkiye, Türkiye'de Ermeni Soykırımı oldu diyen bir aydına sahip çıkamadı. Demokrasi farklı bayraklar altında farklı tanımlara bürünüyordu. Oysa Dink'in tezi Diaspora'dan da Türkiye'den de farklıydı. O 1915 olaylarının sorumlusu olarak Osmanlı Devleti'ni değil Avrupa ülkelerini ve onların politikalarını gösteriyordu. Dink'in tezi suçlamalar kadar ses getirmedi. O artık bu toprağın sözde sahiplerinin hedefindeydi. Ötekiliği tasdiklenmişti. Artık fişlenmiş bir aydındı. Aşırı milliyetçi grupların hedefindeydi. Sonradan ortaya çıktığı üzere, emniyet güçlerinin öldürüleceğinden haberi vardı.

“RUH HALİMİN GÜVERCİN TEDİRGİNLİĞİ”

Dink ölümünü hissetmişti. Son yazısının başlığı “Ruh Halimin Güvercin Tedirginliği” idi. Türk Devleti adına, Kerinçsiz'in başını çektiği bir hareket tarafından linç edilişini ve Türkiye'yi terk edip etmeyeceğine dair fikirlerini anlatıyordu. AİHM'ye kadar gidecekti. Türkiye'nin O'nu böylesine çabuk reddedişini belki de geçmişinden kalan bir sızıyla kabullenemiyordu. İyiliği için yaşadığı ülkesine karşı olduğunu davul zurna eşliğinde devletin yargıçlarının güvencesinde ilan ediyordu düşmanları. Artık namlunun ucundaydı.

19 Ocak 2007 günü yazısını yazdı. Taze bir dedeydi Hrant. Hayatı boyunca gelecekleri için emek verdiği çocuklardan biri tarafından öldürüleceğini bilmeden çıktı Şişli'deki Agos'tan. Güvenlik kameralarınca tespit edilmiş o beyaz bereli çocuk beyazın tüm masumiyetine karşın damarına akıtılan zehrin etkisiyle, sözde milleti adına, Hrant'ı acımadan vurdu. Vurulan bir gazeteci değil, bu ülkenin barışına adanmış bir başka ruhtu. Tüm televizyon kanallarında O vardı. Bu sefer hain değil mağdurdu. Bir anda herkes önünde saygı duruşuna geçti. O'nu öldüren çocuk Türk Bayrağı önünde devlet memurları ile birlikte zafer pozu verirken, O'nla son dönemlerde sık sık kavga eden Nihat Genç bile arkasından gözyaşı döküyordu. Oysa, Orta Doğu'yu beraber gezmişlerdi.

Eşi Rakel, cenazesinde “Bebeklerden katiller yaratan zihniyetin” Hrant'ın katili olduğunu söylüyordu. Belki de aklında Tuzla'da devletin ellerinden aldığı o çocukların geleceği vardı bunları söylerken. Hrant'la elleriyle çocuklar için kurmaya çalıştıkları geleceğin hayali, bir başka çocuğun elleriyle kana bulanmıştı. Önemli olan O çocuğun ırkı değildi. O'nu o hale getiren şeydi. Bugün Dink kendi çatlağını buldu. Bir Ermeni Mezarlığı'nda kendi toprağında özgürce uyuyor. Adalet sistemimiz ise bu uykuya eşlik eder gibi gözükse de Hrant için insan zincirleri kuruluyor, birçok dilde pankartlarda “Hepimiz Hrant Dink'iz”, “Hepimiz Ermeni'yiz” gibi sloganlar yer alıyor. Hrant'ın ölümü on binleri bir araya getirdi; yaşamı ise onurlu bir mücadeleydi. Bir gazeteci daha ölmeden on birlerin birlikteliği Hrant gibiler sayesinde halkların birlikteliğine dönene dek Redd'in Dink için yazdığı şarkıya kulak vermekte fayda var: Kurşun geçirmez yelekleri vardı / Ben çıplak yaşarken / Fikrime barut kokusu sokuldu / Medeniyeti ararlarken...

Kurşun geçirmez yelekleriyle barış için konuşan adamların karşısında delik ayakkabısıyla duran bir Hrant'ı daha kaybetmeye tahammülümüz olmamalı...

SU