30 Nisan 2010 Cuma

"Mazi Kalbimde Bir Yaradır...."

Bazı hanımefendiler canlar yakarlar.

Özlemenin kırmızı dudaklarıdır dudaklarımızda iz bırakan. Kasıklarımızın değil yanaklarımızın ıslaklığıdır içimize yağdırdığınız hüznün sonucu. Ah efendim, ne çok da özlemişiz ellerinizi, dudaklarınızı, yüzünüzü ve ne kadar uzun zaman olmuş görüşmeyeli.

Neredeyse bir koca sene. Evet evet, bir koca sene tam olarak çok kısa konuşmalar dahilinde. Şimdi ne desem, neyi hangi dilde söylesem zulüm sayıyorum kendime. Şarkılarda "kırıp döktüklerim" ile beraber kalakalıyorum. Düşünüyorum ve kaçınılmaz son: bulamıyorum.

Gözünüzün yeşilini özlüyorum, saçınızın kıvırcıklığını düşlüyorum, yokluğunuzda her gün kendimi o aynanın karşısında canlı yayında daha bir çirkin halde izliyorum.

Siz kumraldınız ve ben hep o kumrallığınızı özlüyorum. Benim kumral olmadığım bilinen bir gerçek. Kumral bir kadının kucağında uyuyamadım siz yokken. Hiçbir kadının huzurlu köprülerinde tutunamadım, ücretsiz geçişli bayram günleri bile işe yaramaz konu sizken. Ah efendim, neler yaptınız bana.

Nasıl yaktınız hanımefendi?

Neden toparlanamamaktayım. Sizi o beyaz elbise içinde gördüğüm akşam, hani beraber Çeşme'nin en güzel yerinde bir restoranda size yıldızlı menüye baktıktan hemen sonra sizi sonsuza dek istediğimi söylemiştim, beni her "geri al" komutu verişimde neden durduruvermediniz?

Şimdi bir pişmanlığın yanında, Bursa'daki evimde ziyarete geldiğinizde el koyup beni postaladığınız öz yatağımda uyumak kolay mıdır? Duvardaki resmim hani duvar durdukça duracaktı orada diyebilirsin elbet, erkeksi monogamikliğe tutulasım var acilen, neden olmuyor, olamıyor.

Hayatın control z'si bulunamıyor, hayat neden bu kadar zulüm, hayat neden sizsiz böylesine "gollum".

"Beni zaman zaman ağlatan, işte bu hazin hatıradır" diyerek bakıyorum mektuplarınıza, defterlerime, bana aldığınız kitaplara.

Yine de gerçek ortada. Hem suçu işleyen bendim, hem de af dilemedim.

Yine de gerçek ortada: "Başkasına yar oldu, eller bahtiyar oldu..."

ya da özetle

"O kadın da unuttu beni"

Sizin için gelsin:
İncesaz - Mazi Kalbimde Bir Yaradır

ben de gönül çektim eskiden
yandı hayatım bu sevgiden
anladım ki bir aşka bedel
gençliğimmiş elimden giden

önünde ben geldim de dize
yar olmadı bu kimse bize
en nihayet düşüp can verdim
gözündeki yeşil denize

sarmadımsa da belden, geçmedim bu emelden
bir hazin maceradır onu aldılar elden
başkasına yâr oldu, eller bahtiyâr oldu
gönlüm hep baştan başa viran bir diyâr oldu

mazi kalbimde bir yaradır
bahtım saçlarımdan karadır
beni zaman zaman ağlatan
işte bu hazin hatıradır
ne göğsünde uyuttu beni
ne bûseyle avuttu beni
geçti ardından uzun yıllar
o kadın da unuttu beni

sarmadımsa da belden, geçmedim bu emelden
bir hazin maceradır onu aldılar elden
başkasına yâr oldu, eller bahtiyâr oldu
gönlüm hep baştan başa viran bir diyâr oldu



http://fizy.com/s/1ai7bn 

29 Nisan 2010 Perşembe

İçime Sinmiyor...


Çok renkli, zamanı yenen bir çocukluk sayılmaz benimkisi. Etrafımdakilere göre büyüdüm. Aileme, çevreme göre. Çocukluğumun çocukluk kısmından kopuşu para sıkıntılarının ne olduğunu öğrendiğim zamanlara denk gelir. Aynı zamanlar çocukluğumun çocuk kalmış tek sevgisine gebedir. İçime çocuk çocuk düşen sevginin yıllar sonra nerede olduğunu kendime bile soramayışımın altında da bazı şarkıları bile dinleyemeyişimin acısı var sanırım...

Aklıma hep o şarkı düşüyor işte...

Kocaman çocukluktan geriye kalan tek şarkım. Üstelik benim çocukluğumdan çok eski; ama beni eskitecek kadar da güçlü... En eski mavilere kadar götüren o mavide beni bırakan, bir adım ötesine hiç geçemeyişime neden olan, titremeyi, konuşamamayı hatırlatan o şarkı. Defter aralarına bırakılmış son çocukluk kalıntıları.

Aşk işte... İlk aşk.

Şimdi şu gün durup dururken bunları mı yazdım? Hayır elbet. Göksel sağ olsun yeni bir albüm yaptı. Adı "Hayat Rüya  Gibi"

İşte bu yüzden bir anda kulağıma ilişen bu şarkı gözüme yaş, içime kaybedilmiş binlerce telaş bıraktı.

Ne diyeyim...
"Seni bana vermediler.
Mutlu olsunlar diyorum.
Elbet onlar da severler!"

Birilerini suçlamakla geçiyor ömür....

Şimdi kimi suçlamalıyım seni kaybedişimden ötürü kendimden başka...

Kaybetmek ata sporu erkeğin evet. Biyolojik olarak da yatkınız buna psikolojik olarak da.

Atlatırız sanıyoruz; ama geçmiyor, geçemiyor.

Geçen sadece zaman, oysa zaten "içime sinmiyor".

25 Nisan 2010 Pazar

"Siyah Beyaz" Kent Öyküleri'nin Düşündürdükleri


Son zamanlarda sinemaya gitmeye pek vakit bulamıyordum; ancak Siyah Beyaz'ın afişini gördüğümde, en çok da Taner Birsel'in etkisiyle bu filme gitmeye karar verdim. Bir filme gitmek kararı alınması gereken bir şey olduğundan benim için üzgündüm aslında. Çünkü artık film izleyecek zaman bile bulamamanın acısını taşıyorum üstümde, içimde (şurada bir yerde...).

Yaşlanan, darbe alan insanların öykülerine teğet geçiyor ya "Siyah Beyaz" ben de kendi öyküme teğet geçirdim filmi. Taner Birsel'i sevmemin de etkisiyle belki "Faruk" karakterine takıldım, orada aradım, buldum kendimi.

Bu bırakma ihtiyacı üstüne ne çok yazdım, bir şeyleri bırakmayı ne kadar çok arzuladım şu son zamanlarda. En mühim zamanları terk edesim var işte sırf bu yüzden.

Bir sevgiliyi terk etmeye benzemiyor hayatı ve düzeni terk etmek. Para gerekiyor parasızlıkta, güç gerekiyor güçsüzlükte, can gerekiyor zaman gerekiyor bu yaman yalanlıkta...

Şimdi bakıyorum da bir barım olmasa da onlarca arkadaşın onlarca fotoğrafını biriktirmişim, peki ya kaç dost yitirmişim, kaç dostun gülümsemesine muhtacım şu an...

Neden hayatta var olabildiğim bir küçük oda bile bulamıyorum ve neden sevemiyorum olduğum yeri, odamı, evim, hayatımı...

Bana "kal" diyen birileri her daim olsa da onların da gelip geçiciliğidir üzücü olan.

İçimize saplanan bir ölüm ve kalmak korkusuydu "Siyah beyaz".

Ve zaten işbu yazı yazılırken Müslüm Baba söylüyor fonda:
"Her şeyi al, bana bei geri ver bir şansım olsun!
 Başka yer, başka zaman, sensiz bir ömrüm olsun..."

9 Nisan 2010 Cuma

Vals

Her şeyi kayıt altına aldım,
Adımları, kaldırımları ve kadehleri.
Bir tanesini diktiğinde sen
Ötekinin ötekiliği kalıyordu elinde
Biz ötekileri fazlasıyla seviyorduk.

Her şeyi alttan aldım.
Örneğin sağ gösterip sol vurdular.
Hangi yanağımı döneceğimi şaşırdım.
Bir kaşını kaldırdığında sen
Ötekinin göz yaşı kalıyordu derinliğinde
Biz göz yaşlarına fazla değer veriyorduk.

Ve bu bir valsti.
Ne tutku vardı içinde ne şiddet.
Biraz sen, biraz ben
ve nerden geldiği belli olmayan
rengi her daim kırmızı bir
asalet...

dudaklarınızın arasına uğrar mı:
ihanet?

6 Nisan 2010 Salı

Doğum Günü


Yaklaşık bir milyon yıldır görmediğim (ve abartı ömrümüzün yarısını almıştır) bir dostun gözlerini rüyama ne koydu bilemem. Sanki en sevdiğim filme eklenen ya da hep gözden kaçırdığım bir sahneydi gözleri...

Rüyaları renksiz gördüğümüzü söyledi bir başka dostum.

En özlediğim maviyi bir rüyada bile görememiştim işte.

O dost yarın miladi takvimin saydığı yıllardan birini daha aşacak.

Bu günlerin önemli olduğuna inananlardanım.

Hayatın doğum ve ölüm arasındaki o ince ipte yürümek olduğunu öğrendiğimizde iki çocuktuk.

Hala iki çocuk olmadığımızı kim söyleyebilir?

Zamanla yaralar aldık, yaralar açtık. Birbirimizi, başkalarını yaraladık gün be gün.

Yarın sabah o ve yaraları bir yaş almış olarak uyanacak.

Ben yine en sevdiğim maviye özlemle çok uzaktan bir "iyi ki doğdun" demekle yetineceğim.

O'na vermek istediğim son sırrı söyleyemeden bir yıl daha geçecek.

Büyüdünüz güzel çocuk.

İyi ki.....