15 Ekim 2009 Perşembe

Asist

Oleyyy!

Gün itibariyle öğrenci asistanıyım. Emekçi oldum diye sevinen günlerim başladı; ama emekliliği ne zaman beklerim, bilemiyorum.

Haber Fabrikası

Haber Fabrikası'nı nihayet açtık. Umarım güzel bir şeyler çıkar da hepimiz rahata ereriz. Malum senelerdir böyle bir şeyin peşindeydim. Şimdilik adresi verip kaçacağım. Sonra bol bol rahatsız ederim:

http://www.haberfabrikasi.org

5 Ekim 2009 Pazartesi

150 Lira'nın Sırrı

Bugün bir kez daha invisible hand of economy'le tanıştım. Hiç sevmediğim Adam Smith, arada bir haklıymışsın. Burs kartımı taktım; hareket yoktu. Oysa diğer hesabımda 150 lira beni bekler dururmuş da fark etmemişim bunca zamandır.

Yazık, çok yazık gerçekten.

10 lirayla üç gün yaşamaya çalıştığım şu günlerden 150 liranın hafifliğine.

Sis perdesini aralamaya az kaldı.

Grandparentgillerden şüpheleniyorum; arada böyle ani para yatırmaları olabiliyor.

Allah yarattı demem öperim bu durumda.

Sevgiyle kalın,

Sarphan

25 Eylül 2009 Cuma

Cihangirli Yoldaşlar

Yazıyor, yazıyor! Cihangir Alemleri'ni yazıyor!

Fotoğraf: Bir Cihangir Kedisi

Bugünlerde meşhur bir soru var: “Cihangir nasıl Sinangir oldu?”

Herkes bu sorunun cevabını arıyor. Öyle ki Cüneyt Özdemir konuyla ilgili akıl yürütüp Sinangir için bir iktidar tablosu bile oluşturdu. Başbakan Sinan Çetin, Turizm ve Tanıtım Bakanı Serdar Erener, Genel Kurmay Başkanı Ta

raf'ın bir garip yazarı Rasim Ozan Kütahyalı, Kültür Bakanı Nil Karaibrahimgil olacak! Bu harika kadro BOP'u yerinden oynatır

, bu kesin. Daha kesin olan şeyse Özdemir'in mizahi önerisine milli marşı Teoman yapsın diyerek devam edişi.

Bizde şu Sinangir'in başının altından çıkanları yazmaya çalışacağız; ama Cihangir kalmış haliyle. Entel Gazeteciler Cemiyeti'ni ve mahallenin muhtarı Yıldırım Türker'ini biraz paylayasımız var. Metropol hayatını çılgınca yaşayan bu kardeşlerimizle yer yer sorunlarımız var çünkü. Aslında olayımız Cihangir'le ilgili değil, Cihangirleştirilen medya ile!

Yazının girizgahı hazır bitmişken sevgili Oray Eğin'e bir çift sözüm olabilirdi; ancak bir ünlemle kendisine seslenmekte sakınca görmüyorum: O ha!

Can Dündar olayını saniyesine tweet'lemen ve bunu dev hizmet tadında duyurmanız tek kelimeyle dahiceydi Sayın Eğin! Öyle ki şunca yıldır köşesinden pop kültür ya da yaşam tarzı yazıları dışında bir şey taşmamış bir yazarın çapı ne kadardır diye düşünüyordum; ancak bunca yıllık emeklerim boşa gitmiş. Tek olayda kendinizi ele verdiniz. Bu durumda, “Oturun, sıfır!”

Neden derseniz bu twitter denen illet insanı köpeği yapıyor. Bütün gün başından kalkamıyorsunuz. TweetDeck'iniz de varsa facebook ve twitter'ı entegre kullanarak kafayı yemeye yaklaşıyorsunuz. Herkes ne yaptığını self-journalism diyebileceğimiz (özünü jurnallemek!) bir yöntemle ortaya döküyor; ama dev hizmet olarak başkasının hayatının burnunu karıştıran ilk olmasa da son insan Oray Eğin olmalı. Garip bir şekilde belden aşağı vurmayı seven Eğin yapacağını yaptı.

Eğin'i geçelim. O'nu zaten tanıyan tanıyor. Yıldırım Bey, sizden ne haber? Cüneyt Özdemir'in kendisi için yaptığı “Cihangir'in Entel Ağlayan Çocuk” benzetmesinden sonra pek de ses çıkarmayan, Cüneyt Özdemir için ise Yeni

Birand'dan başka bir şey demeyen (Gerçi bu da büyük hakaret!) Yıldırım Türker ise köşesinden sessiz ve derinden döktürmeye devam ediyor. Elbette bazı konularda büyük haklılık payı olan Türker'in habercilikle akademik alakası olmaması O'nu kötü bir köşe yazarı yapmaz, Cüneyt Özdemir Türker'e bu konuda yönelttiği eleştiride tamamen haksız. Tamam, sözlüklerde bol bol adına methiye düzülen hatta tapınılan bir yazardır Yıldırım Türker; ancak O'nu Yıldırım Türker yapan Perihan Mağden'le birlikte bir dönem Radikal'in özgürlükçü namusunu kurtaran yazılarıydı. Yeteri kadar etkin olmayan, aktivistliği destur edinmemiş bir Türker'in ne denli yararlı olduğu

bana kalırsa sadece bir soru işaretiyle ifade edilebilirse de Türker köşesinde de muhalif ve güçlü bir kalemdir. O nedenle Türker'i daha iyi takip etmekte fayda var. Türk Basını'nın vicdanını ellere muhtaç bırakmamak lazım.

Gelelim Cihangir'in gülü Ahmet Hakan'a. O'nla ilgili yazılacak şeyler o kadar fazla ki. Bu Twitter olayından kendine en iyi payı o çıkardı. Haşmet B'ye de Ayşe Ö'ye de yeri gelince giydirdi. Hatta çakma, giydirme dersleri bile verdi twitter üstünden insanlara.

Peki kimdi Ahmet Hakan?

Muhafazakar Alem'in altın çocuğu değil miydi? Sahi Ahmet Hakan Coşkun Şimdi nereli? Sözde sosyalist özde liberal Cihangir Cumhuriyet'inin mi arka mahallenin çocuğu mu? Aslında Araf'ın ta kendisini yaşıyor Ahmet Hakan. Bizse Araf'ta kendisini zevkle okuyoruz. Umre maceraları da oldukça keyifliydi.

Cihangir Cumhuriyet'inden üzücü bir haberim de var. 12 Eylül'de bu Cihangir Çocukları'nın biri bile ağzını açıp twittirmedi!

12 Eylül'ün yarattığı kuşak O'nu unuttu mu, bilmiyor mu yoksa hatırlamak işlerine mi gelmiyor?

Muhtara değil, kedilere sormak lazım.

23 Eylül 2009 Çarşamba

Bir başka afiş çalışmam

Mobbing'e boyun eğme!



Sıkıntıdan böyle bir şey yaptım; ama sonra önemli bir konu olduğunu algılayıp buraya koyayım dedim.



Vazgeçtim

Ben Sezen Aksu'yu hep çok sevdim. Eleştirdiğim de oldu, göklere de çıkardım; ama hiç bu kadar sevmemiştim sanırım. Düş Bahçeleri'ne yeniden çıktı çıkalı Sezen, her dinleyişimde özellikle ilk CD'yi apayrı seviyorum. Bugünse o albümden olmayan bir başka şahanesi düştü kulaklarıma Sezen'in. O'na Sezen diyenlere hep kıl olmuşumdur oysa.

Bir insanın herkesin adıyla hitap edeceği kadar yakın hissedilmekten daha güzel bir tatmin yaşaması mümkün mü oysa?

Bir söz dolaşıyor ortalıkta. Türk İnsanı türk parası gibidir, içinde Atatürk yoksa sahtedir. Bence saçma olsa da bu sözü uyarladım:

Aşkınızın içinden Sezen Aksu geçmediyse siz de aşkınız da sahtesiniz.

Bilmiyorum, boğazlı kazaklı akşamlardan daha çok üşüten sözlerdir onunkiler. Melodisine kapıldığınızda, bir aşkın, bir hesaplaşmanın ortasına düşmüşsünüzdür.

Bazense bir vazgeçmedir sizi O'nun sözlerinin kucağına bırakan. Bir tatilin sondan bilmemkaçıncı akşamında bir anda sizi buluverir.

Kim bilir kaç kez kimlerin şarkılarıyla aşık oldunuz; ama biliyorum ki her duygunun Sezen şarkılarıyla kesiştiği bir nokta var. Bir röportajında şöyle diyordu Sezen: Bende ölümden korkacak göz var mı?

Ben de ölümden korkmuyorum kendi adıma; ama kimi zamanlar O'nun şarkılarından fena halde korkuyorum.

O'nun dizesiyle bitirmek lazım:

Yok olmak anıdır şimdi!

22 Eylül 2009 Salı

O Eski Kırmızı Ford'a Binip Kaçma Denemeleri




Kötü bir nişancı olduğumdan canımı sıktım. Beceremiyorum bu bitmek bilmeyen akşamları uyku adı altında faili meçhul cinayetlere kurban etmeyi. Kırmızı bir fordumuz vardı, küçüktüm. Şimdi kırmızı bir ford yok. Direksiyonun yanında sigara içmeyiniz etiketi vardı, bizimkiler sigara içerdi ve ford itiraz etmiyordu, bu duruma itirazı olan bir ben vardım.

Kötü bir nişancı olduğumdan bu sefer de ıskaladım eğlenceli bir hayatı. Yani tam tutacaktım da eğlenceli mi bilemedim, bıraktım. Senin anlayacağın saçmaladım.. Bu öyle sıradan bir saçmalamak değil, eğil. Bu sefer seni vurdu sıkkınlığım. Yazık. Kimsin ki? Seni hangi kurbanın yanına gömmeliyim. Çoksunuz. Bir, iki...

Kaçta kaldığımı unuttum.

Ford konumuz. Kırmızı bir araba. arabanın içinde aile. Aile? O da ne ki? Dağılan, toparlanan bir şey. Benimki öyle. Seninki? Sen de dağılıp toparlananlardan mısın yoksa hiç toparlanmayanlardan mı? Belki de şanslı azınlık. Hep bir arada kalanlar.

Azınlık: Bu kelimeye hiç takıldın mı?

Ben çok takıldım. Her şeyin azına fena halde meraklıyımdır. Çünkü çok'u çok isterim. Bir şeyin azından olsa da çokunu istesem. Sen mesela, sen biraz azsın ya şimdi, biraz daha, bir kez daha. Bak şimdi sana karşı azınlık oldum. Neden? Çünkü burada çoksun. Bizimkileri arabadan atsak. Eski bir ford, sen ve ben.

Seni tanıdığıma eminim. Beni ortadan kaldırmak için yeterli sebebin var. Silahın? Bir arabaya binecek kadar tahammül edemeyişin bana silahın. Gitmek derken kast ettiğim beraber gitmekti elbet.

Sen ne sandın ki? Bence sen şaşırmışsın. Hayır, kırıl diye söylemedim. Şaşkınlığın da iyi olduğu zamanlar vardır. Seni en sevdiğim zamanlardır onlar, hatırlarsın. Bir mazimiz oldu işte bak! Hatırlayabileceğimiz bir şeyler olduğunu hatırladım. Bir şarkı kadar çoklar hem de, tıpkı istediğin gibi. Tahminen 38 yıl sonra 60'ında hatırlayacağın bir anı oluşumun üstünden ne kadar zaman geçti? Belki de o ford'a binersen benle o gün yanında olabilirim. O şarkıyı sana çaktırmadan koyabilirim teybe (teyp kalırsa elbet o günlerde.).

Yine de sen teklifimi iyi düşün. Annemler bir yere kadar gittiler. Seninkiler de oradayken hazır. Gel, kaçalım. Bir tek kediler fark eder gittiğimizi. Bir tek onlar!

S.

Kimi afiş çalışmalarım





21 Eylül 2009 Pazartesi

Reklam Filmlerim

Ideatorium APİKAM Advertising Film from Sarphan Uzunoğlu on Vimeo.



Ahmet Piriştina Kent Arşivi ve Müzesi Tanıtım Filmi


Din Bir Seçimdir - Sivil Perspektif from Sarphan Uzunoğlu on Vimeo.



Sivil Perspektif - Din Bir Seçimdir Kampanyası Reklam Filmi


Not: Bu reklam filminin dahil olduğu kampanya Aydın Doğan Genç İletişimciler yarışmasında yarışıyor.

Close your eyes and think of someone you physically admire!

LET ME KISS YOU

Nancy Sinatra versiyonu düşmüş benim listeme bu şarkının. Bir dostun tavsiyesiyle insanın hayatının ortasına böyle bayraklar dikilebiliyor. Her şeyin statükosuna bağlanmışken hayat benim statükoculuğumda bu şarkıda tavan yaptı sanırım. Her gün dinlemeden kendime gelemiyorum. Morrisey biraderimizin ilk olarak söylediği şarkıda lirik anlam çok güçlü.

"Beni boşver, gerçekten beğendiğin, istediğin, görüntüsüyle seni çeken birini düşün ve seni öpmeme, omzunda ağlamama, yanında olmama izin ver." diye özetleyebileceğimiz şarkının büyük kısmını oluşturan sözler bizim pop ya da rock müziğimizde hiç rastlamadığımız türden.

YA BENİMSİN YA TOPRAĞIN!

Bildiğiniz gibi bizim şarkılarımızdaki genel ekol beni sev benim ol ya da ölelim şeklindedir. Hatta kendisi göze almaz ölümü, öldürmekte bulunur çözüm. Oysa bu şarkıda aşkın bizim pek de tanımadığımız bir biçimi var.


Göze almanın yolları vardır. Göze alan ve kendini kurtarmaya değil kendi olmaya çalışan bir şekilde bitiyor dizeler:

but then you open your eyes, and you see someone, that you physically despise
but my heart is open
my heart is open to you

Memet

Not: Sarissa Ortak Kitap 1'de yayınlanan öykümdür.


MEMET

Eskimiş terlikler duvara yaslanmış temizlikçi kadın tarafından ve terlikler bulunamıyor tek kişiye uygun iki kişilik hücremsi odanın içinde. Parmaklar soğuk ve pijama da kalın geliyor Ege’nin öptüğü şehrin gecelerine. Oysa düşleri başka insanları’na uygun bir akşam değil bu. Düşlerin de kusurları var ve her hayal uğruna yaşanacak bir şey vermiyor insana. Aklından bunlar geçti. Şarabı bırakıp düşe başladı o an Memet. Şarabı yeni bitmiş, dolduranı yok ki!

Hava nemli ve ağır. Koğuşlarına yalnızlık çökmüş yatakhanenin ve arkadaşlar zevk-i sefa’da malum mekanlarda. Memet de isterdi kırmızı bisiklete binen bu ince belli pembe dudaklı kızın romanını her okuyuşunda aynı tadı almayı. Olmuyor,olamıyor. Kitapları var Mehmet’in boy boy. Bu gece gazeteler almış, gazetelere bağlı olarak Memet’in başını bir keder almış ve buna rağmen merakla gazetelere bağlı Memet. Nüfusunda Mehmet yazar;ama inadına sesleniliş biçimi Memet ve çok uyuz olur buna. Romantik ve kaleminden güzellik damlayan bir Can’ın yazısını okuyor. Aziz Dede’nin emanetlerine manevi torunlarına sırf dedelerini sevmedikleri için tacizci damgası vuranları okuyor, aydınını yakan aptal halka kızıyor haklı biçimde. Ceset gibi soğuk kendine dokunduğunda Memet.

Tanımadığı bir şehirde onca mezarlık var yerini bilmediği ve her gece o mezarlıklardan daha soğuk bir yerde uyuyor. Gün onu çok yormuş gözlerini kaşıyor. Musalla taşına değmeden, kilise çanını duymadan uyanası var ve hoca da çok damardan okuyor ezanı. Bilmediği mezarlıklara yanaştı ve düşünde toprağa gömdü kendini. Elinde bir şeyi yoktu. Bir çakmak belki, kendini,aşktan ölmüş kendini, çıyan ve yılanlardan yalan da olsa koruyacak. Hiçbir şey rastlantı değildi ve bir Musevi ne kadar kindarsa Hitler’e ki bıyıklarının şekli bile kin duygusu oluşturur insanda, öyle karşıydı sahilde yalnız içilmiş bir öküzgözüne.

Bok gibi hissediyordu Memet. Çünkü okulu tüketmeyi geçmişti çoktan, sabaha pandik atan geceyi tüketmenin yollarını arıyordu. Bildiği şeyleri ona öğretip öğrettim sananlara gülüyordu ve onların bunları kendi başarısı sanmalarına yalancı gülümsemelerle cevap veriyordu. Emindi ki başarılı olması, Memet’in yaşadıkları umurlarında değildi ve olmayacaktı, yirmi birinci yüzyılda insanın değeri fabrikadaki sakız kadardı ki sakızı almak parayla ; oysa can almak bedavaydı. Kaç Memet kıçı üşümüştü o sıralarda ve yapmacık seslerle kaç osuruk gizlenmişti kim bilir? Sahile indi. Bir banka oturdu ve çay aldı bisikletli seyyar çaycıdan. Kumrucuyu bir kenara çekip aldıktan sonra kumrusunu en akşam akşam soğumuş tarafından bir güzel karnını doyurdu. Yalnız bir boka benzemeyecek diyordu yanındaki sarhoş sigara için ve sarhoşun sigara teklifini reddetti, sigara içmezdi, kendini öldürmek için daha güzel yolları vardı.Bir sabah ya da akşam vakti bile olmayan o götü boklu akşam saatinde kimseyi görmeyecek ya da görmek istemeyecek kadar yalnız. Tanrı biliyor razıydı burayı bırakıp gitmeye. Memnun değildi dört duvarından ve hayat damarlarının tıkanıklığından bu şehrin. Ruhun odalarında gezinip durdu.

Hatıra defterleri, eski sevgililer ve sevgililerden kalma kokular bulup, yanında olmayan esmer, kumral ve sarışın kadınlara dokundu. O gün Memet kendini unutsa bulacak kimsesi yoktu serin ve bir o kadar da kirli sularda. Kendini unutamayacak kadar çok seviyordu Memet. Elleri ve eldivenciyle arası soğuk Memet’in. İzmir’in yüze tokat gibi çarpan rüzgarlı eziyetli sokaklarında kimseyle sorunu yoktu.. Savaşı kendisiyle ve geçmişiyle. Unutamadığı kadınları oldu ve unuttuğu kadınlar ve henüz on yedi ya da on sekiz belki de on dokuza sıra bekliyor Memet. Genel ev gibi bir şey olmuştu o gece ve müşterisinin yüzüne bakmayan bir kevaşe gibi hissediyordu.

Esmer ve kara bakan bir çocuk Memet. Lakabı dertli, belki de derdi kendine dert edinişindendir adı, durumu bir muamma. Bıyıklar terleyeli az olmuş ve inadına koca koca kadınlara aşık olmuş Memet. Birincisi Gülendam. Dul bir kadın. Mahallelerine geldiğinde Mehmet on beş Gülendam yirmileri tüketir ve çok işveli bir hatun. Bir bakışla tavlandı Memet kadın görmemiş ve kadına değmemiş bedeninin ani aldatmasıyla. Diliyle dudaklarını ıslatıyor ve ıslak düşler gördürüyor memet’e kadın Memet durur mu yaş on beş, Memet fişek, laf atıyor Memet. Salih Aga çakıyor tokatı Mehmet’e. Karı benim lan, diyor. Bitiyor Mehmet’in ilk aşkı ve başlıyor orda küfre sığınıp ağlayarak acıya meyilli bol aşklı hayat.

Oyun

Elini tuttuğunda kendin
O bildiğin mor olan benin
Şimdi değişti
Yürüdü gitti
Bir ata binip gitti son rengin

İçinde bulduğunda izini
Yaşanmışlar hep silik
Yazı ile tura anlaşmış
Bu oyun: yitik.

Twittirenler Vs. Twittirmeyenler!

Haber yapmak değil haber olmak isteyen, yarar odaklı değil konuşulmak odaklı eleştiriyi üslup haline getirmiş kimi yazarlar var. Bunlar yıllar önce internete bulaşamamış olduğundan bu şansı tepmiş olan muhtemelen şimdinin yaşlı yazarları tarafından kıskanılan, polemiğe farklı yönden girmeyi seven yazarlar.

Elbette bunların da etiklisi, ahlâk sahibi olanı var. Kendilerini burada isim vere vere eleştirecek olmanın rahatlığıyla yazıyorum. Örneğin Ahmet Hakan Coşkun. http://twitter.com/ahmethc adresinden twitter hizmetlerinden yararlanan Ahmet Hakan genel olarak X kişi Y kişi olarak konuşmak yerine çatır çatır isim verererek yazıyor. Ana akım medyaya çıktığı günden bu yana muhafazakâr geçmişi ile yeni benliği araasında yaşadığı dönüşüm sürecini izlemek için (ben kendisine yeni ve daha güçlü bir kimlik yarattığına inanıyor ya da inanmak istiyorum) kendisini takip ediyorum. Ahmet Hakan çok iyi “çakan” bir yazar. Gelişine falan da değil üstelik. Stratejik ve güçlü vuruyor. Kitleleri sürükleyen bir yazar olmasa da kitlelere oynamayı iyi biliyor.

Serdar Turgut ise twitter’da karşılaştığım sanırım en ünlü basın insanı. Hayat ve ondan zevk almak, okumak gibi kaygılarınız varsa Serdar Turgut sizin için biçilmiş kaftan. Kimseye çakmak gibi bir kavgası yok. Aldığı zevki yazıyor ve fikir beyan ediyor. Bu yüzden twitter kaynaklı haberlerde Serdar Turgut ismini pek duyamayacağız gibi geliyor bana.

Melis Alphan ise arada sırada gelen iktidar karşıtı tweet’leri haricinde genelde hayatla ilgili yazanlardan. Oray Eğin ve Serdar Turgut’un sayfalarına bol bol yorum bırakıyor. Bir klanlaşma mevcut bile denebilir.

5N1K izleyicilerinin çok yakından tanıdığı Cüneyt Özdemir ise sürekli tweet’leyenlerden. Görüşlerini sık sık yazan Özdemir, aynı zamanda CNN Türk dedikodularıyla da ortamı şenlendirmekte. Özellikle Saba Tümer’e “Welcome to Hell” şeklinde hoş geldin deyişi ve Birand’ın buna dair yorumunu içeren tweetlerde oldukça eğlendik.

Medya camiasını camdan aşağı atarsak Barbaros Şansal Twitter’da arayı fena açmış durumda. Şu ana kadar gördüğüm kadarıyla Şansal’ın takipçi sayısı da duvarı da oldukça şen durumda. Türkçe ile kedinin yünle oynadığı gibi oynayan Şansal’ın bu aralar sık sık Ahmet Hakan’la atışması Twitter Alemi’ni renklendiriyor.

Şimdilik twitter aleminden yazılacaklar bu kadar. Oray Eğin (Şansalca’da Oral Eğil) hakkında ise apayrı bir yazı yazılacağından kendisini şimdilik nadasa bırakıyorum.

Sarphan Uzunoğlu

12 Temmuz 2009 Pazar

Cenk Taner - Bir Kent Ozanı'nın Hayata Dokunuşu



Hayatımın yönünü ve hayallerimi değiştiren adam. lise 1'deydim Cenk Taner'le tanıştığımda. Hayatımın farklı dönemlerinde şarkılarını dinleyeceğim bu adamla tanışmama o dönem satın aldığım bir `Blue Jean` dergisi neden olmuştu. Kırmızı fonda sarı bir yıldız ve önünde o kendine has yüz hatlarıyla `Cenk Taner` duruyordu. Garip bir adamdı aslında. O dönem `Kum` albümü çıkmıştı ve ben albümü dinlediğimde hayatımın önceki dönemlerinden bu sese bir şekilde aşina olduğumu hatırladım. Sonra kesmeşeker'in tüm albümlerini edindim. Şarkı sözlerinin her biri gökten cilt cilt inen bir kutsal kitap gibiydi benim için. Altı çizilen kelimeler ve benim için yarattığı yol haritasının ne denli önemli olduğunu bugün bile "Tam olarak algıladım mı?" diye kendime sormam, sözlerdeki belirsizliğin değil, boşvermişlikle tutku arasında gezintimin bir sonucudur büyük ihtimalle.

Yıllar geçtikçe Cenk Taner hayatımda daha somut bir figür oldu. Babamla annemin düğünündeki fotoğrafını gördükten sonra, hayatımda ilk kez dokunacak kadar yakın olduğum birinin cümlelerine hayranlık beslediğimi gördüm. `Andıran Otu`'nun dağınık sayılabilecek kurgusu benim için çoktan anlam kazanmıştı. Edebiyat da müzik de kuralları yıkmak üstüne kuruluydu. Aslında değeri olan değersizleştiren kuralları uygulamayandı; ama henüz onlar bunları bilmiyordu muhtemelen.

İnsanın büyümesi önemli bir olay. O büyümede yanınızda olan insanlar çok önemli. Babamla yan yana olsak da bir şeylerin oturmamışlığı ve onun beklentileriyle benimkilerin uyumsuzluğu beni hep sıkar. Bu sıkkınlığın canıma okuduğu dönemlerde `Yanıyor Tüm Gençliğim`'i keşfetmem ve tüm kızgınlığımı ya da kırgınlığımı tek bir şarkıyla akıtabilmem ve ergenliğin öfkesini dört dakika elli altı saniye'ye sığdırabilmem benim için bir şanstı. Sonradan söylenebilecek her şeyin daha önce bir şarkıda daha az can yakarak söylendiğini bu adamdan öğrendim.

Büyüdükçe hayatımdaki etkisini arttırdı Cenk Taner. Herkesin çok iyi bildiği `En Çok Seni` isimli şarkıyı dinlerken Taner'in diline bir kez daha aşık oluyor, herkesin nedense "sıradan hayata çok yer veriyor, şarkıda kiranın ne işi var" şeklinde eleştirdiği şarkıyla farklı özlemlere özne oluyor, farklı duyguları içimde eritmeyi öğreniyordum.

Onun müziğinin olgunlaştığını diskografisinden algılarsınız; ancak `İzin Vermedi Yalnızlık` isimli solo albümü sanırım 1999 sonrası çıkardığı hayatının bir dönemini İzmit'te yaşamış birinin 99 depremi sonrası kırgınlık ve yorgunluğuyla özel yaşantının verdiği muhtemel bıkkınlığı harika biçimde yansıtıyor. Naber nasıl gidiyor diye sorarak başlayan ve iyidir iyi diye biten albümün saflığı damakta kalıyor.

`Cenk Taner` bu topraklarda yaşamış en özel adamlardan biridir. Günün birinde Türkiye'de bir kent ozanı yaşadı mı sorusu sorulursa verilebilecek en doğru cevaplardan biri de kendisidir. Cenk Taner'in hayata cevap olmakla bir ilgisi yoktur, kitlelerle kalabalıklarla ilgilenmez. Zaten Kesmeşeker dinleyicisinin tanımı da Cenk Taner'i tanımlayacak kadar nettir.

"Kesmeşeker dinleyicisi kaç değildir, kimdir."

16 Haziran 2009 Salı

Yanlış Bir Hayatı Doğru Yaşamak

Yanlış hayat doğru yaşanmaz...

`theodor adorno` amcamızın güzel bir sözü olmasının yanında üstüne ciddi anlamda kafa yorulması gereken bir söz. ahlâkla ilgili konuşmayı hak eden bir toplum olduğumuzu düşünüyorum. elbette toplum derken bu ülkenin içine sıkışmış olan 70 küsür milyon insandan değil, siz hayata kafa yoran sözlük arılarından bahsediyorum; yoksa "bizde yanlış olmaz." cevabını almak için kimse durup dururken adorno'nun kafa yorduğu bu konu hakkında klavye paralamaz, yazıktır.

aslında her şey doğru formu doğru sürdürmekle ilgili diye düşünebileceğimiz zamanlar geride kaldı. çünkü hayat eskisi kadar düz olmuyor büyüdükçe. bu engebeli hâl kişinin kendisini sorgulayabilmesi açısından büyük bir şans çıkarıyor ortaya.

elbette kişi yaşıyorsa eğer bu hayatında birçok doğru seçim yaptığı anlamına gelmez; ancak yaşamı sürdürebilmek de benim açımdan doğru bir iştir. elbette ölümü seçmek de mümkündür; ancak şu an işin fiziki boyutlarıyla ilgileniyorum. adorno kardeşimizin bana göre bir kuşak üstü olan `walter benjamin` gibi ölümün türleri arasında seçim yaptığını sanarken kurtuluş ihtimalini reddedip doğru hayatı yanlış bitirmek de mümkün.

her şeyi evrende tersiyle düşünüyor insan. ölüm, yaşamla bir. oysa iyi yaşamla kötü yaşamı, iyi ölümle kötü ölümü bir arada düşünmeliyiz. peki yanlış bir yaşamla doğru yaşam arasındaki fark nedir?

yanlış hayatı doğru yaşamak 30 yıl bir ülkede siyaset yapıp 30. yılda her şeyi ne kadar bok ettiğini görüp bir şekilde daha vicdanlı davranmaktır örneğin. doğru hayatı doğru yaşamak da aynı ülkede aynı zamanda kendi isteğinle yararlı işler yapacak nitelikte çalışmış olmaktır.

konuyu siyasete bağlama nedenim açık.

en başından askerlik ve siyaset gibi otorite obsesifi sistemlerin içinde kendine yer etmek için askerse komutanının aşağılamalarına, siyasetçiyse üstünün komplekslerine esir olan tiplerin doğru bir hayat yaşamış olduklarını söylemek tek kelimeyle hıyarlık olur.

biri şeyhin önünde diğeri komutanının önünde eğilir. aslında bu "oğlancı" toplumun genel sonucudur. erkek egemen meslekte yükselmek için de kimi kucaklardan geçmek gerekir. kucaklardan geçip sonra kucağına birilerini aldığın hayat doğru bir hayat olamaz.

köşklerde sana benzeyen, sadece üniforması ve ünvanı farklı olan insanlarla toplanıp aldığın kararlar da senin hayatını doğru yapmaz.

gerçi bizim hayatlarımız doğru ya da yanlış değildir.

bizimkisi olsa olsa "öğretilmiş bir hayatı öğretilere göre yaşamak."

daha yanlışla doğru ayrımına bile varamamışız, ne acı!

not: İTÜ Sözlük için yazılmış bir yazıydı, buraya da koymak istedim.

15 Haziran 2009 Pazartesi

Selçuk Erdem'le Konuştuk: MİZAHIN SINIRI VİCDANDIR

Ünivers'in Mayıs sayısı için mail kutuma SELÇUK ERDEM röportajı maili düştüğü an soruları hazırlamaya başlamıştım. Selçuk Erdem, alışılmışın aksine SÜLEYMAN DEMİREL (Gadfadır kompleksi) yerine bu sene kuruluş yıldönümünde üniversitemizi (İEÜ) ziyaret etti. Bana da röportajı yapmak düştü.





Sarphan Uzunoğlu : Sizce mizahın sınırları nelerdir ya da bir sınırlama olmalı mı? Danimarka'daki karikatür krizi ve Türkiye'de açılan davalar ekseninde baktığınızda sınırlamalar sizin için ne ifade ediyor?

Selçuk Erdem:Sınırlamayı herkes vicdanında yapmalı. Devletler olarak böyle bir sınır belirlenirse işler çok karışır. Çünkü herkes özgürlük sınırını farklı bir yerden çekiyor. Sağ olsun başbakanamız başka yerden çekiyor, ben başka yerden çekiyorum. En iyisi bunu insanlara bırakmak. Davalar aslında davayı açanların istediğinin aksine rahatsız oldukları şeyleri göz ününe getiriyor; oysa en iyi ceza ilgisizlik.Ben kendi adıma herkesin kendi sınırlarını bilmesinden yanayım.

S.U: Büyük sermayeli medya kuruluşlarıyla işbirliğine nasıl bakıyorsunuz? Sizce böyle bir birliktelik Türkiye'de mizahın ruhuna uyar mı?



S.E:Hiç uymaz. Yıllar öncesinde başladı mizah dergilerinin bağımsızlığı ve bundan bir geriye dönüş imkansız. Şimdiki tüm dergiler bağımsız çizerler tarafından oluşturuluyor. Arada deneyenler oldu; ancak anlaşma sağlanamadı. Reklam, iktidar ilişkiler mizahçılarla şirket arasındaki ilişkiyi zorlaştırıyor. Elbette bu bağımsızlığın getirdiği zorluklar da oluyor. Biz de hayatta kalacak şekilde yuvarlanıp gidiyoruz.



S.U: Son yıllarda mizah dergilerinin sayıca arttığı ortada. Bu artışın kaliteyi nasıl etkilediğini düşünüyorsunuz? Sizce bu bir kirlilik mi yaratıyor yoksa nitelikli işler artıyor mu?



S.E: Şu anda bir kirlilik yok; ancak benim lise dönemimde bir tür kirlilik yaşanmıştı. On iki on üç kadar dergi vardı; ama gerekli kaliteyi sağlayacak sayıda iyi çizer yoktu. Şu anda Penguen, Uykusuz ve benzeri birkaç dergi var ve biz karşılıklı besleniyoruz. Yeni çıkan dergiler sayesinde yeni çizerlere yer açılıyor. Bu durumdan mutluyum.



S.U: 2002'den bu yana Penguen'de mizaha devam ediyorsunuz. Geçen 7 yılın ardından Penguen'den gelecek için beklentileriniz ve geleceğe dair planlarınız neler?



S.E:Mizah dergileri sürekli olarak kendilerini yenilemeliler. Yenilemeyenler de ömürlerinin sonuna geliyorlar. Biz de bu yenilenmeyi sağlamayı deniyoruz. Gençler arıyoruz mizah için. Aslında biz de genciz; ama türkiye'de işler biraz farklı yürüyor. On sekiz yaşında başlıyoruz ve otuz beş yaşımıza geldiğimizde yaşlanmış sayılıyoruz. Dergilerin yeni çizerlerle bakış açısını da yenilemesi önemli. Her kapakta yeni bir numara deniyoruz, yeni bir şeyler arıyoruz.



S.U:Türkiye'de mizah 2000'lerle beraber yeni bir kitle yarattı ve mizahçı olmak isteyenlerin sayısı artı. Buradan karikatüristlik ya da mizahla uğraşmak isteyenlere bir öneriniz olabilir mi?



S.E:Kaçın kurtarın kendinizi... Tabi bu işin şakası. Ben öneriyorum elbette. Çok zevkli bir iş. Zorlukları var; ama Türkiye genel olarak istikrarsız bir ülke bildiğiniz gibi krizler nedeniyle falan...



S.U: Mizahın içinde olduğunuz süre içerisinde sansür ve baskıyla en çok hangi dönemde karşılaştınız? Baskılar ve davalar sizin üstünüzde gibi bir etki yaratıyor?



S.E: Ben yaş olarak aslında şu ana kadar böyle büyük bir baskıyla karşılaşmadım.Bugüne kadar çok büyük baskılar olmadı. Davalar olmuş olsa da Erdoğan'ın döneminde olduğu kadar olmadı. Kültür Bakanı da kendisi de bize davalar açtı; ama bu sanırım Türkiye'de mizah tarihinde doğal olarak var olan bir durum. Biz bunu kendi içimizde çok büyük baskı olarak görmüyoruz. Üstünde konuşup bunun bizim kafamızda yer etmesini, otosansüre neden olmasını istemiyoruz. Dava açılır mı açılmaz mı diye düşünmüyoruz. İçimizden geldiği gibi devam ediyoruz.



15 Ocak 2009 Perşembe

Rasim Ozan Kütahyalı Röportajı


Taraf Gazetesi bir yandan övgü bir yandan da tehditler alarak yoluna devam ediyor. Maddi zorluklar yaşasa da yazarlarıyla kararlı bir mücadele sürdüren farklı çizgideki bir çok şekilde nitelendirilmiş (sorosçu,fethullahçı vs.) gazetenin genç ve tanınmış bir yazarıyla, Rasim Ozan Kütahyalı’yla bir sohbet gerçekleştirdik. Sol-Kemalist kökenli bir aileden olduğu bilinen ve kendisini de liberal ideolojik yelpazede tanımlayan yazarla Kürtler’den Ermeniler’den Dindarlar’dan Liberaller’den TSK’dan ; kısacası akla gelen her kafa yorucu konudan konuştuk.

1- Taraf ile başlayalım, sizin için Taraf ne ifade ediyor? Bir köşe yazarı olarak Taraf, durduğunuz yerden mi bakıyor olaylara yoksa herhangi bir gazeteci işveren ilişkiniz mi var?

Tamemen durduğum yerden bakan bir gazete.Gerçekten benim gazetem.Taraf’ın ayakta kalması Türkiye’nin ayakta kalmasıdır benim nazarımda
2- Deniz Gezmiş’le ilgili görüşleriniz çok tartışıldı. 68 Kuşağı’na nereden bakıyorsunuz ve Türk 68′ini evrenin o dönemki durumunun neresinde görüyorsunuz?

Türk 68 hareketi dışarıdan etkilenmiştir bir açıdan,özellikle latin amerika deneyiminden,üçüncü dünyalı sosyalist dilden etkilenmiştir.Batı 68’inden pek etkilenmemiştir.Öte yandan genel 68’ler tarihi bağlamında kimse Türkiye’yi anmaz,ortalama bir batılı yada latin amerikalı sosyalist Deniz Gezmiş kim bilmez.Türk 68’i lokal bir harekettir o bağlamda…Bazı olumlu istisnalar var ama Türk 68 gençliği milliyetçi-sosyalist bir gençliktir,temel paradigma Kemalzimdir,o dönemin Kürt solcuları üzerinde bile İttihatçı-Kemalist hegemonyayı görmek mümkün.Deniz’ler kendileri zaten kendileirni Kemalist ve milliyetçi diye tanımlıyor,ben bunu dedim,kıyamet koptu,anlamak mümkün değil.Yeni birşey söylemedim yani…


3- Perihan Mağden, kendi gazetemdeki köşe yazarlarını bile okuyamıyorum dedi, siz ne düşünüyorsunuz?

Ben okuyorum.Taraf’ın tüm yazarlarını okurum,Diğer gazetelere de bakarım.

4- Emniyet ve Ordu gibi kurumları eleştirirken hiç çekinmiyor musunuz? Sonuçta zaten maddi zorluklar yaşayan bir gazetedesiniz ve Taraf’ın yarın raflarda olup olmayacağı belli değil gibi duruyor?

Valla kariyerist kaygılarla düşünerek yazmak ahlaksızlık bence.İnsan düşündüğünü belli bir çerçeve içinde yazmalı.TSK daha düzgün bir kurum olsun diye eleştiriyoruz.Her konu öyle.Denetlenen ve eleştirilen değil eleştirilmeyen kurum çürür…Taraf’ın yaşaması lazım,elimizden geleni yapıyoruz.Türkiye toplumunda tüm ezilenler bizleri çok seviyor.Bazı şehirlerde pop-star gibiyiz


5- Bir yazar olarak 30 yıl sonra O’nun yerinde olmak isterim dediğiniz biri var mı?

Ben öyle çok gelecek planlaması yapmayı sevmem,planlama kavramı bana ters zaten.Hayatın hiçbir alanında planlama,kumanda sevmem.Tanri seninle dalga geçsin mi istiyorsun,o zaman plan yap demişler.Haklı bu söz bence…Sevdiğim çok yazar,çok sinemacı var…fikir ve sanat adamı olarak sevdiğim kişiler var…Ama şu olayım diye hiç düşünmedim…


6- Derin Düşünce oluşumundan biraz bahseder misiniz? Nerede duruyorsunuz ve neyi değiştirmeye çalışıyorsunuz?

Derin Düşünce,benim destek verdiğim bir oluşum,kurucusu ben değilim.Mehmet Yılmaz var,oranın baş editörü.Bu toprakların kültürüyle barışık bir özgürlükçü-demokrat dil kurma gayretindeler…Çok haklılar…


7- Türkiye’de azınlıklar hiç olmadıkları kadar gündemdeler. Bu AKP’nin başarısı mı yoksa 2000′lerdeki İslam’ın yükselişi de dahil olmak üzere ülkedeki baskın ideolojiler arasında kaybolmama çabası mı?

Olması gereken bu.İnkar ve asimilasyon politikaları bir yere kadar gider…Bu politikalar ne ahlaka uygun ne de akla…Türkiye artık kabuklarını kırıyor.Kürtler,Aleviler,Dindarlar kimliklerinden utanmadan kamusal,siyasal ve sosyal areada yer almak istiyor.Sonuna kadar haklılar.Gayrimüslim azınlıklar zaten bu topraklarda kelaynak kuşu gibi kaldı.İttihatçı proje “başarılı” oldu,o insanlar kovuldu.Fakat bu “başarı” ahlak,vicdan ve insanlık haysiyetinin düşmanı bir “başarı”…Bedellerini de dış meselelerde yaşıyoruz…

8- İdeolojik yelpazedeki yerinizi nasıl tanımlarsınız?

Ben kendimi liberal-demokrat olarak tanımlıyorum.Karl Popper ve Isaiah Berlin en begendigim iki çağdaş politik filozof…Geriye doğru gidersek John Stuart Mill ve David Hume gelir…ben doktrinal anlamda bir liberal-demokratım…liberalizmin entelektüel spekturumu içinde de bu çizgideyim…Mises,Friedman çizgisinde değilim mesela…O çizgiyi problemli bulurum…Isaiah Berlin’i bu ülkenin okuması lazım,bilinmemesi felaket…Berlin’in antogonistik liberalizm ekolünü benimsiyorum…Bu uzun konu tabii…

Teşekkür ederiz, başarılar.

Sarphan Uzunoğlu…

Altay Öktem Röportajı


Rock’n’roll Edebiyatı’nın ya da Underground Edebiyat’ın son kalesi olarak anılıyorsunuz. Bu tanım sizi ne kadar anlatıyor? Karakalem’i çıkarmak sizin için bahsedilen sıfatların getirdiği bir görev miydi yoksa bir hayal mi?

Altay Öktem: Öncelikle teşekkürler. Bu şekilde anıldığımı bilmiyordum. Türkiye’de tek tipleşmeyi bir iktidar alanı olarak gören merkezi edebiyatın nefes alma şansı tanımadığı birçok yazınsal tür var aslında. Son dönemlerde polisiye biraz kırdı bu baskıyı; bilim kurgu, fantastik, korku hâlâ birkaç genç yazarın kişisel çabalarıyla var olmaya çalışıyor. Underground edebiyatsa bunların içinde en geride kalan, kendini bir türlü kabul ettiremeyen tür.

Karakalem, elbette görev duygusuyla çıkmadı ortaya ama merkezde kendine yer edinemeyen ya da edinmek istemeyen birçok kalem için, akabilecekleri bir mecra oldu. Bu da bir sorumluluğu beraberinde getiriyor elbette. Genç, farklı, kıyıda kalan ama kıyının dili olmayı becerebilmiş herkes kendini ifade edebiliyor Karakalem’de. Böyle bir dergi çıkarmak gibi bir hayalim yoktu ama her koşulda bu dergiyi yaşatmak gibi bir hayalim var şimdi.

S.U: Türkiye’de gençlerin basılı şeyleri geçmişe oranla daha az okuduğu bu dönemde Karakalem gibi bir dergi çıkarıyorsunuz. İnternetin bu kadar geliştiği ve bu kadar çok yazının mailden maile dolaştığı bir dönemde Karakalem’i farklı kılan ne?

A.Ö: İnternet, gençler arasında çok yaygın olsa da basılı yayınların kalıcılığı ve etkisi hâlâ çok yüksek. Karakalem başka bir örneği olmayan, sanatın her alanına el atan ama belli bir konseptin dışına çıkmayan bir çeşit tür dergisi. Ayrıca dergiler, bir yazar kadrosu tarafından oluşturulan, kendi okuruna hitap eden yayınlardır. Yazarıyla okuru arasında belirgin bir mesafe vardır yani. Karakalem’in başarısı, bu mesafeyi ortadan kaldırmış olması. Okur, kendini derginin içinde hissediyor. Zaten öyle!

Tasarımı da farklı, biliyorsunuz. İnternetle haşır neşir olan gençliğe de yabancı olmayan bir tasarımı var Karakalem’in. Sayfaları, gözü web sayfasına, bloğa alışmış bir okura da yabancı gelmiyor.

S.U: Aslında sizin de internetle bağlarınızın çok sıkı olduğunu görüyoruz. Bir yazarın kendi kitlesini yaratması bir yana ailesiyle görüşmesinin bile bu kadar zor olduğu dönemde insanlarla yüz yüze gelebilecek zamanı ya da enerjiyi nerden buluyorsunuz?

A.Ö: Her şey için zaman bulunur, istemek önemli. İnternetle yakın bir ilişkim var ve bu ilişki çok şey kazandırıyor bana. Ayrıca iletişime çok önem veririm. Bana söyleyecek sözü, soracak sorusu olan birine cevap vermemden daha doğal ne olabilir? Böylece hem yoğun bir mail trafiği yaşıyorum hem de yazar, çizer, okur ayrımı yapmadan, denk geldiğinde herkesle vakit geçirebiliyorum. Fazladan bir enerjiye gerek yok aslında, zevk almak önemli.

S.U: Sizdeki bu Janis Joplin sevdası nereden geliyor? Ne zaman güzel ne zaman özgün bir şey olsa onu okuyoruz satırlarınızda.

A.Ö: Onu ben de bilmiyorum. Seviyorum, o kadar! Elbette bir sürü şarkıcı, bir sürü grup var sevdiğim ama Janis Joplin’in yeri ayrı. Sesinin tonu, vurguları, benim yazılarımdaki, şiirlerimdeki tonla akraba gibi. Belki tuhaf bir benzetme ama bana öyle geliyor, benziyor.

S.U: Penguen’de bir yazınızda müzisyenlerin siyasi tavırsızlıklarından duyduğunuz rahatsızlığı dile getirdiniz. Sizce yazarlar ya da müzisyenler bunu var olan düzende tutunmak için mi yapıyorlar, bu sistem onlar için mi işliyor?

A.Ö: Siyasi tavır değil de, politik duruş diyelim buna. Müzisyenin politik duruşu olması gibi bir zorunluluğu yok, elbette ama şunu unutmamak gerekir ki işini iyi yapmak da politik bir tavırdır. Gerektiğinde insanları eğlendirmek de politik bir tavırdır. Benim söylemek istediğim, şarkılarda mesaj verilmesi değil. Hatta tam aksine didaktik yönü olan şarkılar müzikal anlamda çok gelişmiş olmuyor. Hayata doğru yerden bakmak önemli burada. Sadece eğlenmek için de şarkı yapılabilir. Eğlendiren şarkının bile politik bir duruşu olduğunu da unutmamak gerek ama. Ortalığa peçete saçmak, ayakkabıdan şarap içmek de bir eğlenme biçimi. Bu tarz bir eğlenceye zemin hazırlayan şarkı, yanlış bir politik bakışın eseridir. Özellikle şarkı sözlerine bakarsak bu duruşsuzluğun, boşluğun, zafiyetin bütün öğelerine rastlarız.

S.U:Türkiye’de ders kitaplarına şiirleri alınan şairler yavaş yavaş unutuluyor ya da göçüyorlar. Bundan yirmi sene sonra Altay Öktem’in yazdığı bir şiiri ya da yazıyı bir ders kitabında görme ihtimalimiz ya da Türkiye’nin böyle bir türe ve hayat tarzına alışma ihtimali ne sizce?

A.Ö:Yirmi yıl sonra ne olur bilemem ama şu anda girdiğimiz rotaya bakarsak sadece benim değil, bu kuşağın özgün şairlerinin hiçbirinin ders kitaplarına girme ihtimali yok gibi geliyor bana. Ders kitabına girmenin önemli olduğunu da düşünmüyorum ama müfredat bahane burada, önemli olan sorunuzun sonundaki “tür” ve “hayat tarzı” meselesi. Çünkü her şiir topluma bir öneridir. Bu öneriyi kabullenecek toplum henüz yok ufukta. Yirmi yıl sonra olma ihtimali de yok çünkü rotamız da yanlış.

S.U: Kitap okumak farklı bir alışkanlık, her yazar bir başka yazarın yolunu açıyor diğerine. Sizi okuyanlarda hangi ülkenin ya da yazarın eserlerine ilgi doğabilir?

A.Ö: Zaten her yazar, eğer iyi bir yazarsa, okur oluşturur. Başka yazarlara açılma isteği doğurur okurda. Bir tek beni okuyan bir kişi, okur değil “fan”dır. Bu da bir yazar için en tehlikeli şeydir kanımca. Beni okuyanın ilgisi nereye yönelir, tam olarak bir şey söylemek kolay değil ama bestsellerlara yönelmeyecekleri kesin!

Türk E-Dergi adına sonsuz teşekkürler!