1 Kasım 2008 Cumartesi

Kaan Altan Röportajı

BİR KENT OZANI: KAAN ALTAN



Kaan Altan adı duyulunca akla gelen çok şey var elbette; ancak sizi iyi tanıyanların üstünde durduğu en önemli nokta türkçe kullanımı. Türkçe ve günümüzde kullanımı hakkında ne düşünüyorsunuz? Açıkçası Türkiye'de kendi dilimizle rock yapabiliyorsak bunda "Kan Kokusu" gibi albümlerin önemli payı var, şu an türkçe rock yapan grupları ve türkçe rock söz yazarlarını nasıl buluyorsunuz?



- Türk dilinin kullanılması ile adımın birlikte anılması benim için gurur verici. Bunu için size teşekkür ederim. Aslında ben Almanya’da büyümüş ve ilk dili Almanca olmuş biri olarak bu konuya epey geriden başladım, fakat zaman içinde elimden geldiğince kendimi yetiştirmeye çalıştım. Hala birçok eksiğim olmasına rağmen çalışıyorum. Fakat şunu rahatlıkla söyleyebilirim ki müzik yaşamım boyunca hiç bir zaman başka bir dil kullanmayı düşünmedim. Bugüne geldiğimizde bırakın sokakları, yazılı ve görsel basının, “toplumun ileri gelenlerinin” nasıl bir Türkçe kullandığını hepimiz görüyor ve duyuyoruz. Arapça kelimelerden başlayıp “start almaya”. Kahvelerin cafe’ye dönmesinden süperlere. Kadınların bayan’a devşirilmesinden aklıma gelmeyen birçok şeye kadar bu nadide örnekleri saymak mümkündür. Türk Rok’ında :P Türkçeyi çok iyi kullanan bir çok isim vardır. Ve düşününce sanırım şu anki müzik tarzlarında dilimizi en iyi kullanan sanatçılar Rokçulardır.

İkinci Yol ile başlayan Karapaks serüveni nasıl gidiyor? Yaz döneminin ardından stüdyo çalışmalarına mı yoğunlaşacak Karapaks yoksa daha sık konser mi verilecek? Çünkü Karapaks takipçilerinin ortak derdi konser sayısının azlığı.



- Her şeye rağmen yeni bir grup olmamız ve şarkılarımızın yapısından kaynaklanan bir havadan dolayı arzu ettiğimiz sayıda konsere çıkamadık fakat yineden kayda değer bir sayıya ulaştık. Kolay tüketilen hoplatıp zıplatan bir müzik tarzının üyesi olmamanın eksi yönleri de bu. Bizi seven insanların da müziğimizle ve bizlerle paralel özellikler taşıması
sanırım namımızın ağır ama temelleri sağlam yürümesine yol açıyor. Şu an 2. albüm kayıtlarının sonuna geldik ve kışın albümü çıkartmak istiyoruz. Tabi ki beklendiği gibi bu albümde de birçok yeni belki de şaşırtıcı unsurlar olacak. Hatta belki de çok eleştiri alacağız ama bir o kadar da övgü alacağımızdan kuşkum yok.

Karapaks'ın kendine özgü bir klip dili var mı? Ortada duran rock gruplarının klipleriyle çok farklı hatta piyasanın istediğine oldukça aykırı bir duruş var kliplerde. Bu ortak bir karar mı?

Bizim için bu oldukça olağan bir durum ve gelişme çok basit oluyor. Sanat dilimizi anlayan ama işitsel değil görsel sanatlarda oldukça yetkin arkadaşlarımızla çalışıyoruz. Yapılan toplantılar sonucu birkaç simge dışında onları şarkının görsel yorumunda tamamen özgür bırakıyoruz. Piyasanın isteğine zaten alet olmamış şarkılardan da farklı görsel sonuçlar beklemek olmaz. Bu nedenle 9 dakikalık bir şarkının el kamerasıyla çekilmiş bir görseli, ya da zaten oldukça ağır seyreden bir şarkının bir o kadar ağır bir “kılibi” ortaya çıkabilmektedir.

Türkiye'yi nasıl görüyorsunuz? Fazıl Say'ın "Terk ediyorum"'una, Türkiye'de sanata ve siyasete neresinden bakıyorsunuz?

-Ben yaşamımı çok rahat dışarıda kurup sürdürebilecek olanaklara sahip bir insan olarak vatanıma döndüm. Daha doğrusu göreceli olarak ayrı kalsam da benliğim her zaman burada oldu ve sonuçta buradayım. Oldukça yıpratıcı ve küfür edici ortamlar yaşarken bir şeyin düzgün ve yerinde yapılmasına başka nerede sevinebilirsiniz ki. Bu topraklar ait olmayan doğu ve batı kültür ithalatına rağmen hala var olmaya çabalayan bu insanları nerede bulabilirsiniz ki. Dayanak aldığımız nokta Cumhuriyettir.

Kadıköy Sound projesinde Demirhan Baylan ve Cenk Taner'le çaldınız. Açıkçası Kadıköy Müziği bir şekilde Türkiye'de rock kültürünü değiştiren unsurlardan biri. Bunun bir parçası olmak nasıl bir şey? Kadıköy'ün gerçekten müziği şekillendirdiği doğru mu?



Babi-ali den akşam vapuruna atlayan gazeteciler, yazarlar, şairler ressamlar dingin bir deniz yolculuğu ile evleri olan Kadıköy’e varırlarmış.

Kalkedon’u kuranların aklına karşıya geçmek gelmemiş. Şaka bir yana Kadıköy bir kalma yeridir. Mahalleye gelenler evlerine gelir. Dışarı çıkarlarsa kendi barlarına giderler. Sakinlik vardır. Kimisi güven der. Yaratım hep vardır. Yaratım önemlidir. Evlere gidilir. Evlerde havasız (H2O değil) eğlenceler yapılır. Herkes elinden geldiğince kendi olur. Çarşı harikadır. Meyhaneler, birahaneler tanıdıktır.

Bunların hepsi burada yaşayan birçok insanın söyledikleridir. Sanırım bizi şekillendiren bu sokakların, bu denizin, bu insanların müziğimize bıraktığı etki de budur. Artık Anadolu’dan İstanbul’a gezmeye gelen Rokırlar bir Kadıköy turu yapıyor. Sanırım Kadıköy’ün iz bırakıcı bir etkisi var. Seçerek parçası olunuyor ve gurur verici.

Kesmeşeker'le çaldınız bir dönem. Cenk Taner son röportajında bir albümün herkesin farklı çalışmaları olduğu için oldukça zor olduğunu söylemişti. Siz nasıl bakıyorsunuz Kesmeşeker'e?

Sanırım Cenk’in artık bu işi en azından albüm olarak tek başına yürütme isteği var. Yoksa bir albümün zor olduğunu sanmıyorum. Hala M.Ş.Ş ile oluşturduğumuz kadroyla konserlerde çalıyoruz ama albüm işini gerçekten bir araya gelip henüz konuşmuş değiliz. Kesmeşeker Türkiye’nin en köklü ve en iyi gruplarından biri. Onun son birkaç senesine katkı yapmak, elemanı olmak, çok zevkli ve gurur verici bir şey.

Bir söz yazarı olarak beslendiğiniz müzisyenler ve şairler kimler?

-Gazeteler ve televizyon.

Olası bir Karapaks albümünde şu güne kadar ki müzikal yaşantınızdan farklı olarak bir şey denemek ister miydiniz? Bu ne olurdu?

- Denedim, yapıyoruz ve sonunu göreceğiz.



İnternet ve müzik birlikteliği hakkında ne düşünüyorsunuz? Acaba bu ilişki müziği zedeledi mi?

-Sistemin değişim aşamasına denk gelmek biz ekmeğini bu işten çıkarmaya çabalayanlar için oldukça sarsıcı oldu. Şimdi benim gibi geçinme derdi olan birçok insan müziğe verdiği mesaiyi bölüp başka bir şeyler de yapmak zorunda. Bu da yaratım sürecini ve kaliteyi değiştiren etkenler. Ama bu bir süreçtir. Bu da bizi buldu ne yapalım 12 eylül çocuklarına dokunmaz.

Bize zaman ayırdığınız için şimdiden çok teşekkür ederim. Şarkılar için yüreğinize ve bileğinize sağlık, sorular içinse kolay gelsin.



Teşekkür ederim. Yayın yaşamınızda başarılar dilerim. Basında kolay şeyler dilenmezmiş, yeni öğrendim bu yüzden kolay gelsin demiyorum.



Tüm çalışan arkadaşlara selamlar.

Bizden de sonsuz teşekkürler ve selamlar!

Hindiba Röportajı

Hindiba ile yaptığım son röportaj:


Bize Hindiba'dan bahseder misiniz? Grup üyelerinden ve grubun üyelerin hayatındaki yerinden? Müzik dışında uğraştığı işler var mı üyelerin?

Zaman hepimizi dize getirir gibi olur bazen.. Ama sonra yine bir şeyler kıpırdanır içimizde, ve yine ayaklanır, duramayız yerimizde..


Hindiba, sıkışık düzenlerinde müzik yapmak adına hayatlarında kocaman bir yer açan dört insanın oluşumudur.

2006 yılında Genç Osman Yavaş (Vokal), Kürşad Ünügür (Davul) ve Kemal Arkan (Bas gitar) bir araya gelerek müzik yapmaya başladık.

O dönemde müziğimizde bir süre eksikliğini duyduğumuz ama ne olduğunu tanımlayamadığımız bir şey, bugünkü gitaristimiz olan Kubilay Özvardar’ın gelişiyle fazlasıyla giderildi. Böylelikle müzik yolculuğumuz, uzun süreli bir ev provaları döneminden sonra, geçen senenin sonlarına doğru Hindiba ismiyle başlamış oldu...

İdealler ve müziğin dışındaki hayata gelince:

Yirmisinde grup kurup bütün hayatı ona endeksli olarak yaşayacağımız yaşı hepimiz geçtik. Grupta bir baba, bir de baba adayımız var.. Hindiba üyeleri de nerdeyse herkes gibi hayatlarını sürdürmek zorunda.

Bir müzik grubu, kuruluşundan itibaren, üyeleri tarafından gelir kaynağı olarak görülürse, o müzik ve o ruh, kirlenmeye mahkumdur. Haftanın beş günü sahne alan gruplar üzerindeki etkisini hep gördük.. Haftada bir ya da iki kere bir barda sahne almak fazlasıyla yeterli gibi.

Belki zaman herkesi ve her şeyi kirletiyordur ama bu idealistliğin hayata geçirilmiş adı ‘bir ‘hayatta kalma’ ve mümkün olduğunca ‘bu süreci uzatma’ savaşı, yani temiz kalma çabasıdır. Hindiba üyelerin bunu zevk için yapıyor olmasıyla, grup dış etkenlerin olumsuz etkisinden sıyrılıp, sadece müzikal olarak haz alan bir oluşum olarak kalmaya devam edebiliyor.



Hindiba'nın Türk Rock Müziği'ndeki duruşu nedir? İlk bakışta sade bir biçimde derdini anlatan popülerliğe değil de müzikal tatmine ulaşmaya çalışan bir grup gibisiniz. Bir albüm projesi var mı ve bu Hindiba'nın duruşunu değiştirir mi?


Hindiba’nın türk rock müziği içinde bir duruşu, bir iddiası var mıdır? Her şeyden önce Rock müziği kelimesi nedense literatürümüze tam oturmuyormuşçasına emanet durur. Kökeni zaten batıdan olan bu müziğe onların enstrümanlarıylakendimizden katık yapınca da buna Sentez, Rock, Anadolu Rock gibi isimler veriyoruz. Neden? İsim verme gerekliliğinden. Tek neden bu. Her şey bir hitap edebilme, bir çağırabilme şekline sokulmaya çalışılıyor. Bu şekilde işleyen zaten sistemin kendisi, ne kadar asi ve hür olduğunuzu iddia etseniz de, isminizin bilinmesi ya da fikirlerinizi duyurabilmeniz için şu ya da bu şekilde fişlenebilmeniz gerekiyor, bunun için de bir isme ihtiyaç duyarsınız. ya da şarkıcı ve müzisyen Prince gibi, adınız yerine bir işaret koyarsınız ama DJ’ ve VJ’ler onu yine de ‘Prince’ olarak anons etmek zorundadır.. Demek ki bazen bazı şeylerin bir kaçarı yoktur, yol budur ve ne kadar direnseniz de, yine oradan geçmek durumundasınızdır.

Matematik formülleri gibi müzik formülleri yazan ve bunda başarılı olan insanlar var. Hindiba’nın matematik ve formüllerle arası yok, bu, grupta mühendis olmamasından da kaynaklanabilir.. Burada şarkılar duyguyla yoğruluyor, hesap kitapla değil. Grubun ne olağan üstü sert bir tavır merakı, ne de piyasa madarası olmaya razı bir durumu var. Bizim türk rock müziği içindeki duruşumuz demekten ziyade, şarkıların toplamındaki ruh hali duruşumuzu belirliyor demek daha doğru sanki.. Bu da yapılacak olan her albümle birlikte bir nebze değişkenlik gösterebilir ama müziğe bakış açısını ve yaklaşımı değiştirmez... Sonuçta albüm, bir dönemdeki yaşamışlıkla, yaşananla ilgilidir.. 


Şarkı sözlerini kim ya da kimler yazıyor ya da şarkıların oluşum aşaması nasıl?


Grupta şarkıları Genç yazıyor. Elde halihazırda ilhamın gelmesini bekleyip de geldiği hiç görülmemiş, duyulmamış. Hep ansızın gelmişler. Kimi zaman bölük pörçük, henüz deşifre edilmemiş ve bütünü seçilemeyen bir resim gibi, bazen de girişi, kıtası, nakaratı, ara bölümü ve bitişiyle, dört dörtlük bir paket halinde uğrarlar, ya da inerler mi demek gerek..?

Sonrasıysa grubun insafına kalmıştır.

Şarkı bu diyerek herkes kollarını sıvar ve hamuru yoğurmaya başlarız.. Uzar, kısalır, sertleşir, yumuşar.. Elbette şarkı Genç’in hayalindekinden çok uzaklaştığında, kimi zaman acil durum frenine bastığı oluyor.. Ama bu esnada birbirinden farklı kişilerin oluşu bir tat verirken de, herkes ister istemez şarkıyı kendi beğenileri doğrultusunda ‘doğrultmaya’ çalışıyor..



Dört olgun adamdan söz ediyoruz. Çoğu insanın "Oldum ben!" dediği yaşta bir bütünün parçası olması zordur. Üyeler arasında beğeni ve hayata bakış bakımından benzerlik ya da farklılıklar var mı? Bu sizi nasıl etkiliyor?

Aramızdaki en zorlu kişi, her türlü anket ve oylama sonucu hep aynı kişi olacaktır: Kürşad.. . Elbette şimdi şeceresini çıkarmayacağız ama kimi zaman, ilk bakışta pek de umut vermeyen bir beste, bu adamın inatlaşması sayesinde de bambaşka, iyi yerlere gelebiliyor. Ters tepme olasılığı da aynı oranda mümkün tabi. Bunlar ‘oldum ben’in faydaları ve zararları işte.

Herkesin farklı ve oturmuş bir kişiliğe sahip olması sorundan ziyade, renklilik sağlıyor..

Kubilay’ın gitar elindeyken kendini frenleme sorunları yaşaması, hepimizce bilinen bir gerçektir ve ama arıtılmış halin bize enerji olarak geri döndüğünü biliriz, Kemal’in grupta belki herkesten biraz daha farklı olmasıyla, duygusallığını ve uyumunu bas gitara da aktarabiliyor olması, müziğimizi etkileyen nedenlerden bazıları.

Oldum Ben’in ‘kötü tarafı’ oturmuş bir kişilikse, iyi tarafı da, olgunluğu, dolayısıyla hoş görüsüdür. Bir grubun sağlıklı şekilde işler olması, birbirini anlamaya çalışmakla alakalıdır.

Kişisel egolar tavan yaptıkça, grup da yerlerde sürünür.

Bu durumun grup içindeki olumsuzluğu, dışarıya da yansır. Hindiba bunu çok iyi dengelemiş durumda. Ortada sessiz bir anlaşma varmışçasına herkes kendine bir sınır koymuş ve belirlediği bu çizgi, yanındakine zarar vermeyen bir yerlerde. Sonuç olarak beğenileri de dahil olmak üzere, herkes herkesten farklıdır. Kimsenin kimseye benzemeye niyeti de yok.. Şahsına münhasır zatlar topluluğun birbiriyle ahengi... ve bunların müziğin üzerindeki olumlu veya olumsuz etkisi.. Ve hepsine de gereksinimiz var..



Hindiba müziğe ve Türkiye'ye nasıl bakıyor? Siz sahneye ayrı ayrı yerlerde de olsa çıktığınızdan beri çaldığınız seyirci profilinde bir değişim var mı?

Müzik açısından çok zengin bir ülke. Memleket olarak daha da zengin bir ülke.. Gelen giden herkes bir şeyler aldı, kopardı, yıktı, kırdı, döktü, sattı, harcadı vs.. Haberlere fazlaca daldığınızda ardı gelmeyen bir felaketler zinciri silsilesi, kaosun hakim olduğu ve bir çok adaletsizliğin yaşandığı bir ülke. Beyaz perdede her gün şahit olduğumuz onursuz insanlara karşı bir temiz kalma ayini, mutlu olma çabasıdır Hindiba.

Ve bu dönemde en azından müzikle bu kaostan biraz uzaklaşma isteği duyarak şarkılarımızda siyasi içerik bulmak zor. Eski şarkılar var, hiç kullanılmamış olan, onlarda siyasi içerik daha çok olurdu. Belki bu, ülkede olup bitenlerin daha anlaşılır, daha işin içinden çıkılacak gibi görünmesindendi. Yoksa var mıdır Kaos’un bir tarifi, bir açılımı?

Yeni dönemdeki besteler genelde insan ilişkileri ve aşk, mutluluğun arayışı, toplum içindeki bireysel yalnızlık, içi boş vaatler ve hastalıklı davranışlarla ilgili.



İnternetle ilginiz hangi düzeyde? Myspace'e nasıl bakıyorsunuz? Sizce müzik grupları için süper bir tanıtım aracı mı yoksa nafile bir tutunma çabası mı?


Çoğumuzun bilgisayarla, dolayısıyla internetle arası çok iyi. Veletken, interneti olan adamı parmakla gösterirlerdi ve 512 kilobaytlık, yanı yarım megabaytlık hafıza kartları, bir el büyüklüğündeydi. Şimdi her şey ufalıyor, dünyanın bilgisi minicik bir aletin içinde, cebe girdi. Hızla geliştiği için bazı önlemler de zamanında alınamadı tabi. Elbette korsandan bahsediyoruz. Çağın hastalığı gibi görünse de, çok tartışılan, kimilerce desteklendiği kadar, kimileri tarafından yerden yere vurulan garip bir nimet gözüyle de bakıldı..

Myspace.. artık kim gidip albüm satın alır?

Albüm satışların durması, sadece İnternet yüzünden mi? Tartışılır.. Son yıllarda müzik tüm dünyada sadece tekrarlardan ibaretti. Yeni şarkılar yazılmadı ve garip bir kısır döngüye girildi.. Çaresizce eskileri evirip çevirerek bize tekrar tekrar ısıtıp sunarken, albüm satın alma alışkanlığımızı da kaybettirdiler. Hele Türkiye’de, en azından pop müziği adına gerçekten ucuz işler yapıldı ve ilk defa bunun meyvesini yiyemediler. İyi tarafından bakmak gerek, bunlar hep bilinçlenme ve değişim göstergesidir.. Tabi bu sayede Elektronik müziğe ve Rock müziğine gereken ortamı kendi elleriyle hazırlamış oldular. Plak şirketlerin çoğunda yaşanan bu çöküş, internet bu denli hızlı gelişmese bile, kaçınılmazdı sanki.

Elbette, artan imkanlar doğrultusunda ‘müziksel çöp’ler de çoğaldı, ortada ayıklanması mümkün olmayan bir ses kirliliği yok değil.. Ama başka yollarla keşfetmeniz neredeyse imkansız olan müziklere ulaşabilme olarak bakıldığında, internetin bir sınırı yok.. Sonsuz bir kaynak.

Bir başka taraftan bakıldığında, çok fazla kişinin emeği ve hakkı yeniliyor.. Peki telif haklarına ne oldu? Türkiye telif hakkını daha yeni öğrenirken, devlet yıllarca herkesin refahı için bu sistemi oturtmayıp korsana bırakırken, şimdi bu konuda yavaş yavaş bir takım adımlar atma çabasında.. ve derken, internet hızlandı ve sistemlerini çoktan oturtmuş olan ülkeler bile bir tıkla anında çalmaya başlayan şarkılara karşı çare bulamadılar..

Bazen teknoloji çığ gibi üzerinize düşer, içinde boğulursunuz. Şu an her şeyin bize sunulduğu bir dönemdeyiz.. Zamanla herkes sakinleşip, daha seçici davranacaktır.

Albüm dönemi tüm dünyada kapanırken, sahne performans dönemine geçiş yapılıyor.. Esas eğlence, internetin tüm nimetlerine rağmen hala dışarılarda bir yerlerde.. Bu yüzden de konserlerin yeri hala vazgeçilmez, ve umarız, böyle de kalır...



Grupta bir frontman durumu var mı? Çünkü vokalleri Genç Osman Yavaş üstleniyor ve bugünlerde rock dinlemeye başlayan yeni nesil bile kendisini kolayca keşfedip üstüne yok diyebiliyor.

Grupta öne itilen, önde duran, ileriye atılan, özellikle seyirciye yem yapılan kimse yok. Gözler, ne diyor sorusuyla genelde soliste takıldığından bir frontman durumu meydana geliyorsa, o zaman evet, bir frontman’imiz var. Bunun dışında Hindiba bir çok grup gibi, bir solist, gitarcı, basçı ve davulcu’dan oluşuyor.

Genç Osman’ın Mavisakal döneminde de Frontman’lik bir durumu yoktu.. Adam şovların adamı değil.. Daha sakin, müziği ve şarkı söylemeyi seviyor, hepsi bu.. ve zamanında Kaan Altan’ı tanımış olması gibi iki üç neden bir araya gelince, kimi çevrelerde yorumu beğenildi ve tanındı..

İnternet’de Genç’in Mavisakal döneminden kalma yorumculuğu’yla ilgili bir sürü güzel yorum bulmak hala daha mümkün.. Ve bu da, şimdi yeni bir grupla yola koyulmak için oldukça iyi bir artı gibi görünüyor..



Bir de özel bir sorum olacak. Çoğunuz benim doğduğum yıldan bu yana (1988) müzik yapıyorsunuz. Rock müzikten çok insan ekmek yiyor artık; ama Hindiba bu işin bu yanında değil gibi görünüyor. Bu duruşu kime borçlusunuz ya da bu keşfedilmemişlik hissi mi yaratıyor sizde? İçinde yaşadığınız kültüre mi yoksa henüz bir prodüktörün paragöz emellerine alet olmayışınıza mı bağlayalım bunu?


Türkiye’de bir zamanlar dünyada rock müziği yokmuş gibi bir hava eserken ve insanlar haftada bir gece yarıları yayınlanan bir iki kısa programla yetinirken, son yıllarda bu müziğin varolan ve yeraltında yaşayan kitlesi, nihayet gün ışığına çıktı. Esas tuhaf olan, ‘pop’un ölümü’yle’ popülerliği de ele geçirmesi. Şu anda iki cephe var. Biri Elektronik müzik, diğeri Rock müziği. Gerçekleşmesi zor bir durum da olsa, burası bir zamanlar Sanat Müziği ve Arabesk dışında nerdeyse seçenek barındırmayan Türkiye’de, şu anda rock müziği hiç olmadığı kadar yaygınlaşmış durumda. Bizim dönemden olanlar için bu inanılması güç bir ortam. Bu popülerlik, dinleyicisiyle eş zamanlı olarak rock grupları sayısındaki artışı da sağladı. Bir çok ‘bu pastadan bizde payımızı alalım’ grubu gördük.. Aynı zamanda, çoktan ortaya çıkması gereken, böylece doğru ortamı bulan kişi ve gruplar da belirdi. İyi ya da kötü, seçenekler öyle çoğaldı ki, dinleyicilerin çoğu bir yerlerde hep aradığı o müziği sonunda bulabildi.


Şimdilik bir prodüktör ya da bir plak şirketiyle anlaşma yoluna gitmekten ziyade, müzik ortamlarında biraz ismimizi duyurmak, provalarda kendi kendimize çaldığımız o şarkıları artık başkalarıyla paylaşma yoluna gitmek istiyoruz.

Kimileri müziğimizde samimiyiz gibi ifadelere kullanıyor. Bunlar ‘pastadan payımızı alalım’ kesimidir ve elbette, piyasanın ‘şenlenmesi’ ve ‘renklenmesi’ için gereklidir... Ama bize göre samimiyetten ziyade idealistliktir müziğe yakışan. Belki de insana yakışan demeli.. Kimse ruhunu kimselere satmamalı, ekmeğini taştan çıkarmalı, yine satmamalı...

Bir anlaşma yapabilirsin, ama ruhunu satmamalısın.


Üç konser sonrasında popülerlik ve keşfedilmişlik hakkında konuşmak için henüz erken. Zamanın kime ne getireceği, kimden ne götüreceği belli olmayacağından, ortaya çıkıp büyük büyük konuşmaktansa, ufak ufak kendi içimizde eğlenmeye bakarak grubun bizi nerelere götüreceğini zamana bırakmak istiyoruz.

26 Ağustos 2008 Salı

Jehan Barbur Röportajı

Jehan Barbur’la Bir Söyleşi…

Müzik Piyasası her gün yeni birinin katılımıyla daha kalabalık hale gelirken kuru kalabalıktan olmayan kaliteli iş yapan isimler de yavaş yavaş ısınma çalışmalarından suyun üstüne çıkmaya başlıyorlar. Jehan Barbur da bu isimlerden biri. Myspace adresinde kendisiyle ilgili detaylara ulaşmak mümkün. Kendisiyle çocukluğa, müziğe ve hayata dair konuştuk. Samimi cevaplarını okumaktan umarım keyif duyarsınız.


Merhabalar, öncelikle röportaj teklifimizi kabul ettiğiniz için çok teşekkürler.

Asıl ben teşekkür ediyorum…Bir şekilde yaptığımız müziklerin izini sürüp bizi bulduğunuz için…

*

Sizinle ilgili araştırmam sırasında sözlükteki bir tanım çok hoşuma gitti: “Gecemin saçlarını ağartan kadın.” Sesiniz yavaş ve insanın içine işleyen şarkılara çok uygun gerçekten. Yorumlayacağınız şarkıları seçerken nelere dikkat ediyorsunuz?

Müziği çok bilinçli olarak yaptığımı sanmıyorum aslında. Bilincime işlemiş bir yol ve yöntem var. İçerilerden bir yerden gelen başka bir durumla birleştiğinde önüme yeni bir yol seriliveriyor. Ben de içgüdüsel olduğunu zannetiğim bir seziyle sadece o yolu takip ediyorum. Yanlış veya doğru. Çıkan sonuç bir sonraki kararı her halükarda etkiliyor. Parçaları seçerken “Ben bunu nasıl söylerim acaba? “ diye düşünmüyorum çünkü o an amaç benim için icranın nasıllığı olmuyor. O daha teknik bir bakış. Veya “İnsanlara ulaşır mı acaba”yı da ilk evrede düşünmüyorum. Bir parçayı söylemeyi istiyorum. Ve gerçekten söyleyebilmeyi diliyorum. Söylemekten keyif alacağımı hayal ediyorum. Söylediğim sözleri ve ezgiyi içimde hissedebiliyorsam benim için o parça zaten doğru bir seçim oluyor. Grup arkadaşlarımla bir yerlerde çalıp söylerken ise repertuarı öncelikle şımarıkça hazırlıyoruz. Yani biz neyi çalmaktan keyif alıyorsak o şekilde. Sonrasında izzet-i ikram başlıyor zaten.(bizden dinleyiciye..) Ortak bir nokta da yaratmaya başlıyoruz.
**

Ezginin Günlüğü için yapılan Çeyrek albümünde yer aldınız. Ezginin Günlüğü yıllardır dillerden düşmeyen; ama piyasaya da malzeme olmamış bana kalırsa tüm müzisyenlere örnek olması gereken bir grup ve hepimizin onlara dair anıları var. Sizin Ezginin Günlüğü ile özel bir bağınız var mı? Yapra
k’ı söylemek sizin fikriniz miydi?

Ezginin Günlüğü bir çok insanın hayatından geçmiş ve özel yerlerde duran bir gruptur. Çocukluğumda şarkılarını keşfetmiş olmaktan büyük heyecan duymuştum. Dolayısıyla “Çeyrek” albümünde yer almış olmak benim için çok önemli bir tecrübe oldu. Büyük gurur duydum. Parçayı ben seçmedim. Albümde birden çok müzisyene yer veriliyordu. Ezginin Günlüğü parçaları farklı kişiler tarafından yeniden yorumlanacaktı. Gürol Ağırbaş beni arayıp “Yaprak” parçasını yeniden düzenlediğini ve bu parçayı seslendirmemi istediğini söyledi. Bir iki gün beraberce çalışıp vokal kayıtlarını yaptık. İyiki de beni aradı diyorum kendi kendime. Özel bir güncenin benim için en değerli sayfalarından birinde sesimi duyura bildim. Yani çok güzel bir şarkı geldi ve beni buldu.


***
Myspace sayfanızda İskenderun’daki masalsı çocukluktan bahsetmişsiniz. Ne kattı İskenderun size? Özellikle Batı’da yaşayanların bilmediği bir dünya mı var
orada? Çünkü bildiğim kadarıyla çeşitli kültürlerin kaynaştığı bir kent İskenderun.

Tek bilebildiğim İskenderun’daki hayatın burden çok farklı olduğudur. İskenderun’da özel bir durum vardır. En azından benim için. 18 yaşına kadar orda büyüdüm. Çok büyük laf etmek istemem ama, sanırım asıl dünya insanların kendi içlerinde taşıdıkları. İskenderun, benim içimde taşıdığım o hayal dünyasına mistik bir dekor olmuştur. O şehrin havası ve içinde taşıdığı yaşanılmışlıklar tarifi zor bir tattır. Kendimce tuhaf bir çocukluk yaşadım orda. Tuhaflıktan bahsederken asla kötü veya karanlık bir durumdan bahsetmiyorum. Bir masalın girizgahı gibi… bilinmez, uzak…

Güzel bir ailem ve güzel bir hayatım vardı. Fakat yapmayı arzuladığım bir çok şeye de uzak bir hayatım oldu. Zaman ağırdır bazen. Ömer Kavur’un “Gizli Yüz” filmindeki zamanın sabitliği gibi anlaşılmaz bir cazibesi vardı şehrin. Ve sanırım bu cazibeye hepten vurgundum. Beni her anlamda büyütmüştür İskenderun. İyisi ve kötüsüyle.Burda durmak en doğrusu. Çünkü yazmaya başlarsam sanırım duramayacağım.

****
Albüm çıkarmakla ilgili görüşleriniz neler? Herkes veryansın ederken, sizin gibi kendi kitlesini çoktan oluşturmuş sanatçılar için daha kolay sanırım albüm çıkarmak.

Bir aksilik yaşanmazsa album Ekim sonu Kasım başı gibi Ada müzikten çıkacak. Şu an hala kayıtlarımız devam ediyor. Albümü bir kaygıyla yapmadığımı biliyorum en azından. Açıkçası yapmak bile istemiyordum. İlk olarak Bülent Ortaçgil yazdığım şarkıları dinleyip bana müthiş bir cesaret Verdi. Albüm yapmam için beni bir hayli destekledi. Bu konuda pek hırsım olmadığını söylediğim zaman da bunun işimi kolaylaştıracağını hatırlattı bana. Sonrasında yazdığım şarkıları toparladık ve müzisyen arkadaşlarımla beraber bir hale yola koymaya başladık. İnanın, album yapmak çok zor. Bu da başlı başına bir konu aslında. Hayatla ilgili bir derdiniz varsa ve durduğunuz yeri sorguluyorsanız sürekli, albümle beraber duracağınız taşı çok doğru hayal etmeniz gerekiyor. En azından bu amaçlarımdan biri oluverdi. Albüm benim için bir günlük gibi. İnsanların bu günlüğü okumasını istedim sadece. Ve artık bir yerlerde çalarken bizim parçalarımızı da çalalım istedim. Bu şarkıları sizi dinleyenlerle beraber söylemek müthiş bir duyguymuş gerçekte. Ben bu dinleyicilerin sayısını arttırmak istiyorum. Albümden maddi bir beklentimiz zaten yok. Korsan denen durum varken bu sadece bir hayal oluyor…
*****
Türkiye’de ve uluslararası alanda şu an çalıştığınız müzisyenler haricinde çalışmak isteyeceğiniz ya da etkilendiğiniz müzisyenler var mı?

Elimden geldiğince farklı tarzlarda müzik dinliyorum. Bir çoğundan etkileniyorum ve aç gözlülükle her projede “ah keşke ben de olsaydım” diyorum. Stingle çalışmak isterdim mesela. İmkansız kapıları yumrukluyorum tabi. Bu bir hayal! Olsun, düşünmesi bile keyifli…. Türkiye’de çalıştığım her müzisyenden çok şey öğrendim. Hala de öğrenmeye devam ediyorum ve henüz bu ülkede çalışmayı hayal ettiğim yüzlerce isim var. Her gün bunun olması için dua ediyorum. Onlarla beraber yurtdışında çalışmayı sanırım tercih ederdim. Bu ülkeden oralara gitmek daha keyifli olacaktır eminim. Bunun dışında dinleyip hayran olduğum isimleri yazmam gerekirse bir kaçı .: Nitin Sawhney, Beady Belle, Torun Erikson, Keren Ann, Feist, Kings of Convenience,Patricia Barber, Diana Reeves, Tom Waits, Cassanda Wilson vs. vs…liste uzaaar da uzaaar
******
Fabrikasyon ünlü üretim süreci var Türkiye’de. Sağlam yorumcular bile popüler kültürün kurallarına uymaya zorlanıyor. Medyatik olmakla maddi zorluk çekmek arasında bir seçim yapmak zorunda olmaktan korkuyor musunuz? Albümünüz çıktığında alternatif rafında olursa içiniz daha mı rahat olur?

Bir müzik markette en sevdiğim rafta olmak beni mutlu edecektir eminim. Orası daha güzel ve daha korunaklı.
*******

Söz de yazıyorsunuz. Örneğin Feridun Düzağaç bir dönem beste yapmak için Bozcaada’ya gidiyordu. Sizin de bir kaçış noktanız var mı? Sözün müziği aşabileceğine inanıyor musunuz?

Kaçarsam kendimi de beraberimde götüreceğimden bu tip uzaklaşmalara en azından şu an ihtiyaç duymuyorum. Ama bir hayalim var elbet. Bir kaç sene sonra küçük bir kasabada olmayı istiyorum. O da zamanı daha doğru yaşayabilmek için olacaktır. Şu an evimde çalışabiliyor olmaktan mutluyum. Ama bu durum da miyada yenilip bir gün yıpranacaktır. O zaman da en kötü ihtimalle stüdyomdaki perdelerin rengini değiştiririm. Bu şimdilik bulabildiğim küçük bir çözüm! Kar etmeyeceği günler çok uzak değil….
********
Amerikan Kültürü ve Edebiyatı okumuşsunuz. Amerikan Edebiyatı’nda güncel ya da klasik olarak takip ettiğiniz isimler var mı? Türkiye’de kimleri okuyorsunuz?

Üniversite hayatımdan bugüne yaşadığım 4 yıllık Ankara masalı dışında pek bir şey kalmadı. Fakat tutkunu olduğum Türk yazarlar var. Beni hayata indirgeyen ve her seferinde nefes aldırtan. Murathan Mungan bunlardan biridir. İstanbul’un izini ve geçmişini hep onun cümleleriyle sürmüşümdür. Bunun dışında okumaktan çok keyif aldığım diğer yazarlar, Peyami Safa, Ahmet Hamdi Tanpınar, Selim İleri,Peride Celal, Sabahattin Ali, Erhan Bener, Tahsin Yücel vs vs
*********
“Dinle” isimli şarkınızda “içindekileri çıkar bağır bağır avaz avaz” diyorsunuz. Jehan Barbur ne kadar güçlü bir kadın? Dünyanın neresinde duruyor ve O’na nereden bakıyor?

Bu zor bir soru işte….bunu bilemiyorum…ya da bildiğimi zannediyorumdur. Güçlü olmaya gayret ediyorum demek sanırım daha doğru olacak. En azından yaşayabiliyorum ve akıl sağlığım hala fena değil.. Demek ki o kadar da zayıf bir insan değilmişim. Dünya’ya gözümü açabildiğim her yerden bakmaya çalışıyorum. Fakat bazen feci halde kendi iki gözümde tıkanıp da kalabiliyorum. Şöyle demeli: başkalarının gözünden bakabilecek gücü bulduğum her fırsatı değerlendiriyorum. Hatta kendi bakışımı aldatırcasına yapıyorum bunu. Beni yoran, güçsüz kılan şeylerden biridir bu. Aynı oranda da güçlendiren. Bir de hayatın yaşattıkları, benim yaşamayı seçtiklerim var. Onların sonuçlarıyla da geçinip gidiyoruz işte….tek bildiğim şey, yazamayacağım ve şarkı söyleyemeyeceğim gün bile kendimi iyi hissedebileceğim şeylerin etrafımda olabilme ihtimaline sığınışımdır…
**********
Sizi dinlerken duygusal bir hesaplaşmaya gidiyor insan. Sevgiye, duygulara dönük mü yaşıyorsunuz yoksa kaptırıp giden kalabalıktan mısınız?

Keşke kaptırıp gitsem….Önemsiz fakat en azından da herkes kadar önemli biriyim. Ben de o kalabalıklardan biriyim. Hissettiklerim, ve içimde yaşadığım her şey uğruna her sabah uyanıyorum. Bu biterse sanırım bende kalabalık olup kaptırıp gideceğim. Şimdilik bu hal benden biri ve benden olmaya devam etmesini diliyorum. İçimde bir yerlerdeyim ve oralar benim için yaşama tutunabilme nedenim.

Şimdiden ilginiz için sonsuz teşekkürler….

Ne demek…keyifti….

16 Ağustos 2008 Cumartesi

Cem Şancı Röportajı

Sözlüklerde zaman geçirenlerin de kitaplara düşkün olanların da çok iyi tanıdığı bir isim Cem Şancı. Kendisinin de bizi kırmayışı sonucu gündeme, dünyanın daima gündemi olmuş kadınlara ve günlük hayatına dair bir röportaj yaptım Cem Şancı'yla. Büyük gazetelerde köşe kapmaca oynayan ama aslında bir şey yazmayan yazarların aksine birçok şey anlatan bir röportaj oldu. Umarım beğenirsiniz...

''Centilmenler İçin Adım Adım Kötü Kızlarla Flört Rehberi, Kızlar Âşık Olmaz, Son Derece Kızsal Sorunlar: makyaj, alışveriş, erkekler ve ilk öpücük, Aşkatür, Doğa Üstü Sevgi Altı, Yandık! Kızlar Etrafta Başımız Belada, Eyvah! Yine Kızlar Kazandı, Ayastefanos Yalnızı, Hayal Silgisi'". Kitapların tam orta noktasında her daim günümüzün aşkı, olduğundan daha değersiz yaşayan kadını var. Neden işin kolayına kaçıp romantik ve kadın ruhunu okşayan, kadınların satın aldığı kitaplar yazıp piyasaya yeni bir romantik prens kazandırmayıp kadınları irdelemeyi ve onların davranışlarını sorgulamayı seçtiniz? İçinizden gelmediğinden mi yoksa arz talep ilişkisinden ziyade en güzelini yaratmak peşinde misiniz?

Bu soruyla sık sık karşılaşıyorum. Neden kadınların hayran olacağı şatafatlı iltifatlarla, gönül çelen tatlı sözlerle, yürek burkan aşk öyküleriyle süslü kitaplar kaleme alıp kolay yoldan edebiyatın prensi olmayı tercih etmediğimi merak edenlerin sayısı az değil.

Aslında bu yapmadığım bir şey değil, dışarıya kapalı, sadece sinema, tiyatro, edebiyat, basın dünyasından insanların üye olduğu online bir sosyal bir ağa üyeyim ve orada yarattığım “sanal” bir tipleme var. Çapkın ama romantik, duyarlı ama sözünü esirgemeyen, zeki, tatlı, sevecen, flörtöz bir sanal kahraman, kadınların çok hoşuna gidecek birçok deneme kaleme alıp sitenin üyeleri ile paylaşıyor. Tahmin edersiniz, sanal kahramanımıza aşk teklifleri, hayranlık itirafları yağıyor. Onun kalbini çalmak için kavga eden kadınlar, buluşup görüşmek için ısrarlı tekliflerle posta kutusunu kilitleyen hanımlar var.


Farklı online topluluklar içinde farklı rollere bürünen, her biri başka bir “romanın” kahramanı gibi davranan, farklı karakterlerde başka sanal karakterlerim de var. Bu karakterleri konuşturtup onlara diyalog yazmamın, metinlerime online üyeler arasında hızla tepki almamın, romancılığıma büyük katkısı olduğunu da düşünüyorum.

Ancak soruyla alakalı olan o “kadınların hayran olduğu” sanal kahramana dönecek olursak bu yoğun iş stresi arasında, iş arkadaşlarımızla kendi aramızda eğlenmek için yarattığım sanal bir karakterdi ve bütün odak noktası kadınları etkilemekti. Tüm amacı kadınları kendine hayran bıraktırmak, âşık etmekti.

Oysa, yaşayan gerçek bir insan olan Cem’in amacı hikaye anlatmak. İnsanlara hikayeler anlatıp hikayelerimle güzel vakit geçirmelerini sağlamak beni yazmaya iten dürtüdür. İlk romanımı yazdığımda henüz 19-20 yaşlarındaydım ve değişik gazetelerde, dergilerde düzenli olarak makalelerim, denemelerim yayınlanıyordu. Yazma amacım, kadınları etkilemek değil, yarattığım metinleri paylaşmaktı.

İlk romanım "Eyvah! Yine kızlar Kazandı", o dönem üzerinde çalıştığım pek çok hikayemden biriydi. Bilimkurgudan, siyasi komplo hikayelerine kadar değişik türde pek çok öyküyü roman olarak kaleme alabilirdim ama o an için önümde önemli bir engel duruyordu: Yaşım.

19 yaşında, kimsenin adını sanını bilmediği, sıradan bir üniversite öğrencisinin siyasi komplo hikayelerini, bilimkurgu metinlerini kim okuyacaktı ki? Bizim halkımızı bilirsiniz, İtalya’da 16, 17 yaşında bir hanımkızcağızımız, doğumgününde yetişkin erkeklerle nasıl grup seks yaptığını, adamların “damarlı” penislerini eline alıp nasıl öpüp okşadığını anlattığında kitapçılara koşup yüzbinlerce satın alırlar. Bir de öve öve bitiremezler, “Aferin bak, nasil gencecik yasında bütün dünyanın okuduğu bir yazar oluvermiş kızcağız.” derler ama bilakis kendi oğulları, çocukları, kendi gençleri 19 yaşında roman yazdığında, güzel bir iş ortaya koyduğunda, “Daha senin yaşın ne başın ne ki?” tepkisini verirler.

Benim de 90’lı yıllarda karşılaştığım tepki işte buydu ve sokakları, caddeleri, medyayı, tüm halkımızı enfekte etmiş o gençleri küçümseme cehaletinin kurbanı olmamak, insanlara ulaşarak hikaye anlatma keyfinden mahrum kalmamak için çok dikkatli hareket etmem gerektiğinin farkındaydım.

Dolayısıyla, yayımlatmak üzere bir seçim yaptığımda, nüktedan bir kadın erkek hikayesi o dönemin koşullarında doğru bir karardı. Zira bu hamle bana yayınevlerinin kapısını açtığı, okurlarla tanıştırdığı ve yazdıklarımı takip eden, hikayelerimi dinleyen bir kitle oluşturduğu için, bugün hikaye anlatıcısı Cem dilediği kurguları oluşturmakta çok daha özgür ve şanslı.

Tabi, vurguladığınız gibi hicve, nükteye, mizaha girmeden, vıcık vıcık sulu romantizm örnekleri ortaya koyarak trilyonlarca lira satış geliri elde etmek de bir seçenekti ama 19 yaşında insanın gözü parada pulda olmuyor. Beğendiğim, güzel bir hikayeyi başka insanlarla paylaşma fikri benim için trilyonlardan değerliydi.

Bunun yanı sıra roman kültürüne sahip olmayan, okuma alışkanlığı ve disiplini bulunmayan cahil kalabalığımızın gözünde maço bir erkeğin hikayesini kaleme alan bir yazar, o karakterin tüm görüşlerini, tüm diyaloglarını sahiplenip, onun görüşlerini savunduğu için, adımın önüne kadın düşmanı sıfatını eklemekten çekinmediler ki şimdi tek tek o insanları bulup dava edersem, muazzam bir servetin sahibi olabilirim.

Yalnız şu sıralar, “İyi ki,” diyorum, iyi ki seri bir katilin hikayesini anlattığım gerilim türünde bir roman yazmamışım. Yoksa kesin, adım, sapık, cani katile çıkacaktı. “Maço bir adamın öyküsünü anlatmış, o zaman bu adam maço”, yakıştırmasını yapan zeka özürlü kütleler bu sefer, “Cinayet romanı yazıp seri katilin hikayesini anlatmış, o zaman bu adam katil.” diyecekti.

http://www.cemsanci.com/foto/cem%20sanci%20(3).jpg

Bazıları kadınların siyaseti ele geçirmesiyle savaşların sona ereceğini söyler, sizin kitaplarınızdaki kadınlar hiç de savaşları sona erdirecek kadınlar gibi durmuyorlar. Siz de böyle mi düşünüyorsunuz? Daha açık sormam gerekirse Ayastefanos Yalnızı'ndaki gibi Kadın romantik davranmayıp siyaseti de dayatıldığı biçimde yapabilir mi?

Kadın da insan olduğu için, insana dair her türlü yozlaşmışlık, kirli, pis düşünceler ve davranışlar onun da hakkıdır fakat şimdi burada bir detaya değinmek lazım. Feminizmin Türkiye’de sesini yükselttiği seksenli doksanlı yıllarda kadınları eleştirmeye kalkışmak, kadınlar hakkında ufacık bir olumsuz yorum dile getirmeye kalkışmak, kadın düşmanı damgası yemek için yeterliydi.

Ancak asıl kadın düşmanlığı, kadını eleştirilemez, yarı tanrısal, kutsal bir düzleme oturtanlardır ki onların gözünde kadın kutsal olduğu için, günah işlemez, flört etmez, gezmez, tozmaz, hayatın keyfini süremez.

Onlar için kadın, evinde oturan ve bütün gün çocuklarına bakan kutsal canlılardır.

Eğer ki bir kadın bu tanımın dışına çıkarak erkekler gibi yaşamaya kalkarsa, hemen kötü kadın ilan edilir ve toplum dışına itilir ya da daha az gelişmiş bölgelerde, öldürülür, biliyorsunuz.

Dolayısıyla, bizim “kıt beyinli” bazı feministlerimiz, daha ne hakkında konuştuklarının, söylemlerinin yol açacağı sonucun farkında olmadan, kendi elleriyle kadını bu “eleştirilemez, yarı tanrı, kutsal varlık” zincirine mahkum ederek, kadına en büyük kötülüğü yine kendileri yapmıştır.

Oysa kadını eleştirmeye kalkan insanları sindirmeye kalkışacaklarına, “Evet, biz kadınız ve kadın da insandır. Biz de erkekler gibi gezer, tozar, sevişir, aldatır, ihanet eder, rüşvet alır, yozlaşabiliriz. Günah işlemek sizin hakkınızsa, bizim de hakkımızdır.” demeleri gerekiyordu, beceremediler. Feminizmi yüzlerine gözlerine bulaştırıp kadını daha da köle yaptılar.

Kadınların siyasette aktif olmasına da bu pencereden bakıyorum. Politikacıların, siyasetçilerin kadın olması, benim lugatımda, onların da yozlaşmayacağı, rüşvet almayacağı, görevini kötüye kullanmayacağı anlamına gelmiyor.

Nitekim eski Şişli belediye başkanı olan hanımkızımızın halkın vergilerinden toplanan ztrilyor doları binbir katakulli ile zimmetine geçirdikten sonra İngiltere’ye kaçtığını gördük.

Dünyanın en büyük ateş gücüne sahip ABD ordusunu sağa sola salıp, bulduğu her yere kadın, çocuk, yaşlı, hasta demeden bomba yağdıran ABD politikacılarının arasında, hatta başında, dış işleri bakanlığı koltuğunda bir kadın bulunduğunu görüyoruz.

İngiltere’nın eski kadın başbakanının ufacık bir ada için diyalog seçenekleri veya kaç yıl sürerse sürsün, siyasi, ekonomik baskı yöntemleri yerine doğrudan orduyu alarma geçirip, Arjantin’e savaş açtığını da biliyoruz. Yani kadınlar siyasette aktif ve ağır olduğunda, çiçekler açmayacak, silahlar susmayacak, yozlaşmışlık, rüşvet, görevi kötüye kullanma, siyasi çıkarlar için yapılan ucuz hesaplar bitmeyecek.

Kadının romantik, sakil, ağırbaşlı, yumuşak, insancıl, mantıklı bir canlı olduğu önyargısını artık aklımızdan atmalıyız. Kadın da erkek kadar insandır ve biliyoruz ki insan, menfaatleri uğruna her şeyi yakıp yıkıp yok edebilecek, evrene bulaşmış pis bir enfeksiyondur. http://www.cemsanci.com/foto/cem%20sanci%2011.JPG


İnternet üzerinde yapılan dergicilik hakkında ne düşünüyorsunuz? Siz kitaplarınızın tanıtım sürecinde interneti ne kadar iyi kullandınız? Özellikle sözlük oluşumlarındaki tanınmışlığınız ortada, bu bir marka yönetim stratejisiyle mi yoksa kendiniz olmakla mı ilgili?

İnternet bence medyanın geleceği. Önce yazılı basını, ardından görsel basını bitireceğine eminim. Bu sadece zaman meselesi ama tüm dünyada bu dönüşümün on seneyi geçmeyeceğine inanıyorum ki şu anda her gün 500 bin yeni insanın internetle tanıştığı biliniyor ve bu hızla üç yıla kadar dünyadaki herkesin internet erişimine ve bilgisayara sahip olacağını öngörüyorlar. Yani üç - dört seneye kadar insanoğlu sanal dünya ile adaptasyonunu tamamlayacak ve dergileri, gazeteleri, televizyon yayınlarını internet üzerinden dağıtmak çok daha mantıklı hale gelecek.

Bu atmosferde elbette edebiyat da kendini internete hazırlamalı. Belki kağıt kitap baskılarının anlamını yitireceği bir geleceğe gidiyoruz. Küçük bir ücret karşılığında cep telefonlarına indirilen elektronik kitapları görmemiz çok uzakta değil bence.

Şöyle düşünün, hayran olduğunuz yakışıklı, karizmatik, elinde sigarasıyla kapak arkasında pozu bulunan romantik yazarınız yeni bir aşk romanı yazmış olacak ve her yerde bangır bangır reklamı yapılan bu romana ulaşmak için “bana da bana da” yazıp 3386’ya göndermeniz yetecek. Kitabın ücreti olan bir lira dönem sonunda telefon faturanıza yansırken siz ofiste, yolda, otobüste, metroda, cep telefonunuzu açıp kitabınızı okuyabileceksiniz. Hatta belki bir seslendirme sanatçısının karizmatik sesinden dinleyebileceksiniz.

Şu aşamada da kitapların internet üzerinden tanıtımı bence doğru bir strateji, zaten internet üzerinden kitap satışları da bunu kanıtlıyor.

“sözlük” gibi topluluklardaki metinlerim ise bir reklam değeri taşımıyor. Hatta bence, “karakter” ve “yazar” ayırımını yapamayan cahil kütlenin daha da tepkisni çekmeme neden oluyordur ama dediğim gibi internet platformu, yarattığım sanal karakterlerin okuyucumla etkileşerek kendi hayat görüşleri ve kimlikleri doğrultusunda hikayeler ürettiği, merak edip takip edenler için okumalar hazırladığı küçük yazın eğlencelerinden ibaret ve sinir olanlardan, kudurup kafasını sağa sola vurup yarattığım karakterlere öfke kusanlardan öte, onları seven, takip eden, övgü dolu teşekkür mesajları gönderen binlerce okurum için yazmaya devam ediyorum.



Chip Online'daki son yazınızda Türk Halkı'nın en enayi internet kullanıcıları olduğunu söylediniz, peki sizce sosyal hayatta bu enayilik ne durumda?


Chip’deki o köşe yazısında, dünya çapında yapılan bir araştırmada, bilgisayarlarını farkında olmadan hacker’lara en fazla teslim eden kullanıcıların Türkler olduğunun tespit edildiğini anlatmıştım.

İnsanlarımız zaten fakirlik sınırının altında yaşarken ceplerinden para ödeyip internet bağlantısı satın alıyorlar ve hiç farkında olmanda bu internet bağlantılarını Rus hacker’lara devrediyorlar. Porno ve korsan yazılım sitelerinden insanların bilgisayarlarına zararlı solucanlar, trojan’lar yükleyen yabancı hacker’lar, bu bilgisayarlar üzerinden ABD’deki, İngiltere’deki banka hesaplarına saldırıp milyonlarca dolar çalıyor ve bu iş için bizim kullanıcılarımız sponsor oluyor. Fakirlik hatta açlık sınırının altında yaşayan insanlarımız, Rus mafyası milyon dolarlar kazansın diye, telefon ve internet faturası ödüyor.

Bu farkındalık eksikliğinin, bilinçsizliğin ve cahilliğin yansıması elbette sosyal hayatı da etkiliyor ama şimdi o detaya girmek istemiyorum zira bu konuda kimseyi kırmayacak yumuşak, yuvarlak cümleler kurmak istemiyorum ama çok ağır konuşup başımı derde de sokmak istemiyorum. Her koyun kendi bacağından asılsın, ben oturup cehaletin bir toplumu nasıl yok ettiğini merakla izler, gördüklerimi de gelecek nesillere ders olsun diye keyifle yazarım. Birin üzerine bin katıp, alayla, nükteyle, ironiyle, sarkazmla yoğurarak yazarım. Yazarken de keyiften dört köşe olurum. Bu derece bencil ve vurdumduymazım artık zira tahmin edersiniz, topluma faydalı olmak için çabaladığınızda en büyük tepkiyi yine o toplumdan alıyorsunuz. O zaman? Bu cahil kalabalıklar insana bencil ve umursamaz olmayı öğretiyor.

http://www.cemsanci.com/foto/cem%20sanci%20(4).jpg




Bazı yazılarınızda ve kitaplarınızda yemekle ilgili şeylere rastlıyoruz. Yemekle aranız nasıl?

Yapmayı da yemeyi de severim elbette ama yemeği hazırlayan güzel bir dilber olursa yemesi de daha keyifli olur inancındayım. O yüzden uzun süredir mutfakta yeni lezzetler peşine düşmeyi bıraktım, bilakis, çapkınlık yapıp eli bu işlere yatkın güzel kadınlar tavlamak ve onların tanıttığı yeni lezzetlerle yemek kültürümü geliştirmek daha kolayıma geliyor.


Bir röportajınızda "Özgür olduğunu sanan tasmalı kadınlar atmosferinde aşka inanmıyorum" demişsiniz. Büyük şehir kadınının küçük hesaplarından korkuyor musunuz yoksa gereken önlemi aldınız mı?


Kadının insan olduğunu hatırlamak bir ilişkinin sağlığı açısından önemli ve yeterlidir diye düşünürüm. Dolayısıyla, kadınlara karşı öyle paranoyakça yaklaşıp tedbirler veya kumpaslar hazırlamıyorum. Aksine, bence ilişkiler rahatça, sakince, gerilmeden yaşanmalıdır. Kıskançlıklar, şüpheler, yalanlar olmadan…

Herkesi bir ihanet ve aldatılma korkusu almış, insanlar sevdiklerine, her an onu aldatacak potansiyel yalancılar olarak bakarak ilişkiye başlıyor ve o şüpheyle yaşamaya devam ediyor. Elbette kimsenin duygusal dünyasını tartıp eleştirmek, yönlendirip biçimlendirmeye kalkışmak benim haddim değil, zaten işim de değil lakin benim inancıma göre de tüm bu aşk masalları ile kandırılan, sevgililer gününde, doğum günlerinde, yıl dönümlerinde birbirine hediye yağdıran insanlar aşk yaşadıklarını sanıyor ama benim gördüğüm, herkes üçüncü sınıf psikopat bir dedektif filmi yaşıyor. Takipler, telefonla kontroller, çevresindeki insanları değerlendirip kıskançlık krizleri yaşamalar… Aşk bu mudur yani? Çocukluktan itibaren, televizyon, medya, aile, çevre ve toplum tarafından aklımıza kazınan bir aşk modeli var. Kızların en geç 27 yaşında evlenip, otuzuna kadar çocuk doğruması gerektiğini, erkeğin sevgilisine, eşine tek taş yüzükler, pırlantalar, mücevherler alması gerektiğini buyuran kodlar kazınmış aklımıza ve bu kodlar, aşk yaşayacağımız insanın tapulu malımız olmasını buyuruyor.

Aşk bence, onunla beraber hayattan keyif alıp mutlu olup tüm endişeleri geride bırakacağınız bir sığınak olmalı ama karşınızdaki kişi, başka insanları merak edip başka bedenlere dokunmayı da arzuluyorsa bu yüzden kapıyı bacayı kırıp sinir krizleri geçirmeye gerek olmadığını düşünüyorum. Gevşeyin, rahat olun biraz. Şu kısacık dünyada kim kime sahip olabilmiş ki siz başka bir insanın bedenini, tenini tapulayıp kendinize mal edebiliyorsunuz? Benim gözümde aşkın tanımı bu tapulama değil. Böyle yaşamak isteyenlere de başarılar dilerim. Elime koca bir kase patlamış mısır alıp ön sıraya oturarak keyifle izliyor olacağım insanların kafalarını duvarlara vura vura ağlamalarını.


Türkiye size ne ifade ediyor? Burası yaşanılacak bir yer, değiştirilecek bir yer ya da kaçılacak bir yer mi? Şu günlerde ülkenin geleceğiyle ve Atatürk devrimlerinin geçerliliğiyle ilgili kaygıları paylaşıyor musunuz?

Yaşanan hiçbir olumsuz gelişmeden, kötüye gidişten, üzerimizde oynanan oyunlardan iktidarları, siyasetçileri, politikacıları, liderleri sorumlu tutmuyorum. Bilakis, mantığını, aklını kullanmayan, hayatını, yaşamını, varlığını ve gördüklerini sorgulamayan insanlarımız yegane sorumludur. Bence Atatürk gibi büyük bir lider başka bir toplumun başına gelseydi o toplum, o ülke şu anda uzayda koloniler kuruyor olurdu.

Oysa biz yarın sabah uzay gemisi inşa edip gemiyi yeni bir koloni kurmak için Omikron Alpha güneş sistemine yollayacak olsak gemiye seçilecek olan kadın mürettebatın yol boyunca erkek mürettebatla bir münasebete kalkışıp namusunu kirletip kirletmeyeceğini tartışmaktan veya uzay gemisinin içinde kıyafetlerini değiştirirken iç çamaşırlarının ve mahrem yerlerinin erkek astronotlara görünme tehlikesinin üzerine konuşmaktan gemiyi yerden havalandıramayız.

Üstelik zaten bu göreve es kaza seçilecek bir kadın astronot olursa da kadının “Ay ben o kadar ışık yılı mesafeyi erkek astronotlarla aynı gemide geçiremem, namusuma laf gelir, bu adamlar azar, kendini kaybeder, benim o pırlanta değerindeki kadınlığıma göz koyarlar.” yaygarasını çıkaracağına eminim. İnsanlığı yok oluştan kurtarmak için uzak bir galakside yeni bir gezegen fethetmeye değil de şehirler arası otobüsle Elazığ’dan Kastamonu’ya giderken “bayan yanına” oturmak istiyor sanki. Bu kafanın değişmesinin kolay olmadığını ve yüzlerce yıl alabileceğini görüyorum. Tabii elalem teknolojide, bilimde, sosyal yaşamda gelişmek için bizi beklemeyecek.

Böyle acıklı bir haldeyiz bence.



Yirmi yaşındaki halinizle bugünkü haliniz arasında hayata bakış açısından ne gibi bir fark görüyorsunuz? Çok hayalperestmişim dediğiniz oluyor mu?


Olmaz mı? Her şeyden önce, öğrencilik dönemimde insanımızın daha çok okuyan, araştıran, sorgulayan, anlamak için çaba harcayan bir karakteri olduğunu düşünürdüm ama kitaplarım yayımlanınca geniş kitlelerle iletişim kurma imkanı buldum ve daha 19 yaşında sıradan bir öğrencinin basitçe yazdığı bir romanı, bir hikayeyi anlamaktan aciz, yazarları roman karakterleri ile özleştirip, karakterlerin diyaloglarını, tavırlarını, düşüncelerini yazarlara mal eden cahil kütlelerin arasında yaşadığımızı anladım.

Üstelik bu gözlemimi 1996’da yapmıştım ama Türkiye’nin anlaması için on yıl daha gerekti. Orhan Pamuk’a, Elif Şafak’a yazdıkları romanlar yüzünden açılan davalarda, yazarların yarattıkları roman karakterleri ile aynı düşünceleri ve söylemleri paylaşmak zorunda olmadığı halka zar zor anlatıldı.

Dolayısıyla, evet, bu insanlara hikayeler anlatıp onlarla kurgunun keyfini yaşamayı hayal ederek çok ileri gitmişim. Televizyonlarımızdaki rekor kıran dizileri, zotrilyar tane satan eşsiz romanlarımızı gördükçe bunu kendime sık sık tekrar ediyorum ama neyse ki hâlâ kitapçılara yeni kitaplarımın gelip gelmediğini soran, e-posta gönderip her romanımı defalarca okumaktan sıkılmadığını anlatan okurlarımla karşılaşıyorum ve aslında herkes için değil, sadece onlar için yazdığımı hatırlayıp kalemimi tekrar elime alıyorum.

İlginiz için Türk E-Dergi adına şimdiden sonsuz teşekkürler.

sarphan uzunoğlu

Sarissa Ortak Kitap 1 ve Memet...


Memet İsimli Öyküm Sarissa Yayınları'nın ilk kitabı olan ve içinde şiir,öykü deneme türü barındıran kitapta yayınlandı.