21 Eylül 2009 Pazartesi

Close your eyes and think of someone you physically admire!

LET ME KISS YOU

Nancy Sinatra versiyonu düşmüş benim listeme bu şarkının. Bir dostun tavsiyesiyle insanın hayatının ortasına böyle bayraklar dikilebiliyor. Her şeyin statükosuna bağlanmışken hayat benim statükoculuğumda bu şarkıda tavan yaptı sanırım. Her gün dinlemeden kendime gelemiyorum. Morrisey biraderimizin ilk olarak söylediği şarkıda lirik anlam çok güçlü.

"Beni boşver, gerçekten beğendiğin, istediğin, görüntüsüyle seni çeken birini düşün ve seni öpmeme, omzunda ağlamama, yanında olmama izin ver." diye özetleyebileceğimiz şarkının büyük kısmını oluşturan sözler bizim pop ya da rock müziğimizde hiç rastlamadığımız türden.

YA BENİMSİN YA TOPRAĞIN!

Bildiğiniz gibi bizim şarkılarımızdaki genel ekol beni sev benim ol ya da ölelim şeklindedir. Hatta kendisi göze almaz ölümü, öldürmekte bulunur çözüm. Oysa bu şarkıda aşkın bizim pek de tanımadığımız bir biçimi var.


Göze almanın yolları vardır. Göze alan ve kendini kurtarmaya değil kendi olmaya çalışan bir şekilde bitiyor dizeler:

but then you open your eyes, and you see someone, that you physically despise
but my heart is open
my heart is open to you

Memet

Not: Sarissa Ortak Kitap 1'de yayınlanan öykümdür.


MEMET

Eskimiş terlikler duvara yaslanmış temizlikçi kadın tarafından ve terlikler bulunamıyor tek kişiye uygun iki kişilik hücremsi odanın içinde. Parmaklar soğuk ve pijama da kalın geliyor Ege’nin öptüğü şehrin gecelerine. Oysa düşleri başka insanları’na uygun bir akşam değil bu. Düşlerin de kusurları var ve her hayal uğruna yaşanacak bir şey vermiyor insana. Aklından bunlar geçti. Şarabı bırakıp düşe başladı o an Memet. Şarabı yeni bitmiş, dolduranı yok ki!

Hava nemli ve ağır. Koğuşlarına yalnızlık çökmüş yatakhanenin ve arkadaşlar zevk-i sefa’da malum mekanlarda. Memet de isterdi kırmızı bisiklete binen bu ince belli pembe dudaklı kızın romanını her okuyuşunda aynı tadı almayı. Olmuyor,olamıyor. Kitapları var Mehmet’in boy boy. Bu gece gazeteler almış, gazetelere bağlı olarak Memet’in başını bir keder almış ve buna rağmen merakla gazetelere bağlı Memet. Nüfusunda Mehmet yazar;ama inadına sesleniliş biçimi Memet ve çok uyuz olur buna. Romantik ve kaleminden güzellik damlayan bir Can’ın yazısını okuyor. Aziz Dede’nin emanetlerine manevi torunlarına sırf dedelerini sevmedikleri için tacizci damgası vuranları okuyor, aydınını yakan aptal halka kızıyor haklı biçimde. Ceset gibi soğuk kendine dokunduğunda Memet.

Tanımadığı bir şehirde onca mezarlık var yerini bilmediği ve her gece o mezarlıklardan daha soğuk bir yerde uyuyor. Gün onu çok yormuş gözlerini kaşıyor. Musalla taşına değmeden, kilise çanını duymadan uyanası var ve hoca da çok damardan okuyor ezanı. Bilmediği mezarlıklara yanaştı ve düşünde toprağa gömdü kendini. Elinde bir şeyi yoktu. Bir çakmak belki, kendini,aşktan ölmüş kendini, çıyan ve yılanlardan yalan da olsa koruyacak. Hiçbir şey rastlantı değildi ve bir Musevi ne kadar kindarsa Hitler’e ki bıyıklarının şekli bile kin duygusu oluşturur insanda, öyle karşıydı sahilde yalnız içilmiş bir öküzgözüne.

Bok gibi hissediyordu Memet. Çünkü okulu tüketmeyi geçmişti çoktan, sabaha pandik atan geceyi tüketmenin yollarını arıyordu. Bildiği şeyleri ona öğretip öğrettim sananlara gülüyordu ve onların bunları kendi başarısı sanmalarına yalancı gülümsemelerle cevap veriyordu. Emindi ki başarılı olması, Memet’in yaşadıkları umurlarında değildi ve olmayacaktı, yirmi birinci yüzyılda insanın değeri fabrikadaki sakız kadardı ki sakızı almak parayla ; oysa can almak bedavaydı. Kaç Memet kıçı üşümüştü o sıralarda ve yapmacık seslerle kaç osuruk gizlenmişti kim bilir? Sahile indi. Bir banka oturdu ve çay aldı bisikletli seyyar çaycıdan. Kumrucuyu bir kenara çekip aldıktan sonra kumrusunu en akşam akşam soğumuş tarafından bir güzel karnını doyurdu. Yalnız bir boka benzemeyecek diyordu yanındaki sarhoş sigara için ve sarhoşun sigara teklifini reddetti, sigara içmezdi, kendini öldürmek için daha güzel yolları vardı.Bir sabah ya da akşam vakti bile olmayan o götü boklu akşam saatinde kimseyi görmeyecek ya da görmek istemeyecek kadar yalnız. Tanrı biliyor razıydı burayı bırakıp gitmeye. Memnun değildi dört duvarından ve hayat damarlarının tıkanıklığından bu şehrin. Ruhun odalarında gezinip durdu.

Hatıra defterleri, eski sevgililer ve sevgililerden kalma kokular bulup, yanında olmayan esmer, kumral ve sarışın kadınlara dokundu. O gün Memet kendini unutsa bulacak kimsesi yoktu serin ve bir o kadar da kirli sularda. Kendini unutamayacak kadar çok seviyordu Memet. Elleri ve eldivenciyle arası soğuk Memet’in. İzmir’in yüze tokat gibi çarpan rüzgarlı eziyetli sokaklarında kimseyle sorunu yoktu.. Savaşı kendisiyle ve geçmişiyle. Unutamadığı kadınları oldu ve unuttuğu kadınlar ve henüz on yedi ya da on sekiz belki de on dokuza sıra bekliyor Memet. Genel ev gibi bir şey olmuştu o gece ve müşterisinin yüzüne bakmayan bir kevaşe gibi hissediyordu.

Esmer ve kara bakan bir çocuk Memet. Lakabı dertli, belki de derdi kendine dert edinişindendir adı, durumu bir muamma. Bıyıklar terleyeli az olmuş ve inadına koca koca kadınlara aşık olmuş Memet. Birincisi Gülendam. Dul bir kadın. Mahallelerine geldiğinde Mehmet on beş Gülendam yirmileri tüketir ve çok işveli bir hatun. Bir bakışla tavlandı Memet kadın görmemiş ve kadına değmemiş bedeninin ani aldatmasıyla. Diliyle dudaklarını ıslatıyor ve ıslak düşler gördürüyor memet’e kadın Memet durur mu yaş on beş, Memet fişek, laf atıyor Memet. Salih Aga çakıyor tokatı Mehmet’e. Karı benim lan, diyor. Bitiyor Mehmet’in ilk aşkı ve başlıyor orda küfre sığınıp ağlayarak acıya meyilli bol aşklı hayat.

Oyun

Elini tuttuğunda kendin
O bildiğin mor olan benin
Şimdi değişti
Yürüdü gitti
Bir ata binip gitti son rengin

İçinde bulduğunda izini
Yaşanmışlar hep silik
Yazı ile tura anlaşmış
Bu oyun: yitik.

Twittirenler Vs. Twittirmeyenler!

Haber yapmak değil haber olmak isteyen, yarar odaklı değil konuşulmak odaklı eleştiriyi üslup haline getirmiş kimi yazarlar var. Bunlar yıllar önce internete bulaşamamış olduğundan bu şansı tepmiş olan muhtemelen şimdinin yaşlı yazarları tarafından kıskanılan, polemiğe farklı yönden girmeyi seven yazarlar.

Elbette bunların da etiklisi, ahlâk sahibi olanı var. Kendilerini burada isim vere vere eleştirecek olmanın rahatlığıyla yazıyorum. Örneğin Ahmet Hakan Coşkun. http://twitter.com/ahmethc adresinden twitter hizmetlerinden yararlanan Ahmet Hakan genel olarak X kişi Y kişi olarak konuşmak yerine çatır çatır isim verererek yazıyor. Ana akım medyaya çıktığı günden bu yana muhafazakâr geçmişi ile yeni benliği araasında yaşadığı dönüşüm sürecini izlemek için (ben kendisine yeni ve daha güçlü bir kimlik yarattığına inanıyor ya da inanmak istiyorum) kendisini takip ediyorum. Ahmet Hakan çok iyi “çakan” bir yazar. Gelişine falan da değil üstelik. Stratejik ve güçlü vuruyor. Kitleleri sürükleyen bir yazar olmasa da kitlelere oynamayı iyi biliyor.

Serdar Turgut ise twitter’da karşılaştığım sanırım en ünlü basın insanı. Hayat ve ondan zevk almak, okumak gibi kaygılarınız varsa Serdar Turgut sizin için biçilmiş kaftan. Kimseye çakmak gibi bir kavgası yok. Aldığı zevki yazıyor ve fikir beyan ediyor. Bu yüzden twitter kaynaklı haberlerde Serdar Turgut ismini pek duyamayacağız gibi geliyor bana.

Melis Alphan ise arada sırada gelen iktidar karşıtı tweet’leri haricinde genelde hayatla ilgili yazanlardan. Oray Eğin ve Serdar Turgut’un sayfalarına bol bol yorum bırakıyor. Bir klanlaşma mevcut bile denebilir.

5N1K izleyicilerinin çok yakından tanıdığı Cüneyt Özdemir ise sürekli tweet’leyenlerden. Görüşlerini sık sık yazan Özdemir, aynı zamanda CNN Türk dedikodularıyla da ortamı şenlendirmekte. Özellikle Saba Tümer’e “Welcome to Hell” şeklinde hoş geldin deyişi ve Birand’ın buna dair yorumunu içeren tweetlerde oldukça eğlendik.

Medya camiasını camdan aşağı atarsak Barbaros Şansal Twitter’da arayı fena açmış durumda. Şu ana kadar gördüğüm kadarıyla Şansal’ın takipçi sayısı da duvarı da oldukça şen durumda. Türkçe ile kedinin yünle oynadığı gibi oynayan Şansal’ın bu aralar sık sık Ahmet Hakan’la atışması Twitter Alemi’ni renklendiriyor.

Şimdilik twitter aleminden yazılacaklar bu kadar. Oray Eğin (Şansalca’da Oral Eğil) hakkında ise apayrı bir yazı yazılacağından kendisini şimdilik nadasa bırakıyorum.

Sarphan Uzunoğlu

12 Temmuz 2009 Pazar

Cenk Taner - Bir Kent Ozanı'nın Hayata Dokunuşu



Hayatımın yönünü ve hayallerimi değiştiren adam. lise 1'deydim Cenk Taner'le tanıştığımda. Hayatımın farklı dönemlerinde şarkılarını dinleyeceğim bu adamla tanışmama o dönem satın aldığım bir `Blue Jean` dergisi neden olmuştu. Kırmızı fonda sarı bir yıldız ve önünde o kendine has yüz hatlarıyla `Cenk Taner` duruyordu. Garip bir adamdı aslında. O dönem `Kum` albümü çıkmıştı ve ben albümü dinlediğimde hayatımın önceki dönemlerinden bu sese bir şekilde aşina olduğumu hatırladım. Sonra kesmeşeker'in tüm albümlerini edindim. Şarkı sözlerinin her biri gökten cilt cilt inen bir kutsal kitap gibiydi benim için. Altı çizilen kelimeler ve benim için yarattığı yol haritasının ne denli önemli olduğunu bugün bile "Tam olarak algıladım mı?" diye kendime sormam, sözlerdeki belirsizliğin değil, boşvermişlikle tutku arasında gezintimin bir sonucudur büyük ihtimalle.

Yıllar geçtikçe Cenk Taner hayatımda daha somut bir figür oldu. Babamla annemin düğünündeki fotoğrafını gördükten sonra, hayatımda ilk kez dokunacak kadar yakın olduğum birinin cümlelerine hayranlık beslediğimi gördüm. `Andıran Otu`'nun dağınık sayılabilecek kurgusu benim için çoktan anlam kazanmıştı. Edebiyat da müzik de kuralları yıkmak üstüne kuruluydu. Aslında değeri olan değersizleştiren kuralları uygulamayandı; ama henüz onlar bunları bilmiyordu muhtemelen.

İnsanın büyümesi önemli bir olay. O büyümede yanınızda olan insanlar çok önemli. Babamla yan yana olsak da bir şeylerin oturmamışlığı ve onun beklentileriyle benimkilerin uyumsuzluğu beni hep sıkar. Bu sıkkınlığın canıma okuduğu dönemlerde `Yanıyor Tüm Gençliğim`'i keşfetmem ve tüm kızgınlığımı ya da kırgınlığımı tek bir şarkıyla akıtabilmem ve ergenliğin öfkesini dört dakika elli altı saniye'ye sığdırabilmem benim için bir şanstı. Sonradan söylenebilecek her şeyin daha önce bir şarkıda daha az can yakarak söylendiğini bu adamdan öğrendim.

Büyüdükçe hayatımdaki etkisini arttırdı Cenk Taner. Herkesin çok iyi bildiği `En Çok Seni` isimli şarkıyı dinlerken Taner'in diline bir kez daha aşık oluyor, herkesin nedense "sıradan hayata çok yer veriyor, şarkıda kiranın ne işi var" şeklinde eleştirdiği şarkıyla farklı özlemlere özne oluyor, farklı duyguları içimde eritmeyi öğreniyordum.

Onun müziğinin olgunlaştığını diskografisinden algılarsınız; ancak `İzin Vermedi Yalnızlık` isimli solo albümü sanırım 1999 sonrası çıkardığı hayatının bir dönemini İzmit'te yaşamış birinin 99 depremi sonrası kırgınlık ve yorgunluğuyla özel yaşantının verdiği muhtemel bıkkınlığı harika biçimde yansıtıyor. Naber nasıl gidiyor diye sorarak başlayan ve iyidir iyi diye biten albümün saflığı damakta kalıyor.

`Cenk Taner` bu topraklarda yaşamış en özel adamlardan biridir. Günün birinde Türkiye'de bir kent ozanı yaşadı mı sorusu sorulursa verilebilecek en doğru cevaplardan biri de kendisidir. Cenk Taner'in hayata cevap olmakla bir ilgisi yoktur, kitlelerle kalabalıklarla ilgilenmez. Zaten Kesmeşeker dinleyicisinin tanımı da Cenk Taner'i tanımlayacak kadar nettir.

"Kesmeşeker dinleyicisi kaç değildir, kimdir."

16 Haziran 2009 Salı

Yanlış Bir Hayatı Doğru Yaşamak

Yanlış hayat doğru yaşanmaz...

`theodor adorno` amcamızın güzel bir sözü olmasının yanında üstüne ciddi anlamda kafa yorulması gereken bir söz. ahlâkla ilgili konuşmayı hak eden bir toplum olduğumuzu düşünüyorum. elbette toplum derken bu ülkenin içine sıkışmış olan 70 küsür milyon insandan değil, siz hayata kafa yoran sözlük arılarından bahsediyorum; yoksa "bizde yanlış olmaz." cevabını almak için kimse durup dururken adorno'nun kafa yorduğu bu konu hakkında klavye paralamaz, yazıktır.

aslında her şey doğru formu doğru sürdürmekle ilgili diye düşünebileceğimiz zamanlar geride kaldı. çünkü hayat eskisi kadar düz olmuyor büyüdükçe. bu engebeli hâl kişinin kendisini sorgulayabilmesi açısından büyük bir şans çıkarıyor ortaya.

elbette kişi yaşıyorsa eğer bu hayatında birçok doğru seçim yaptığı anlamına gelmez; ancak yaşamı sürdürebilmek de benim açımdan doğru bir iştir. elbette ölümü seçmek de mümkündür; ancak şu an işin fiziki boyutlarıyla ilgileniyorum. adorno kardeşimizin bana göre bir kuşak üstü olan `walter benjamin` gibi ölümün türleri arasında seçim yaptığını sanarken kurtuluş ihtimalini reddedip doğru hayatı yanlış bitirmek de mümkün.

her şeyi evrende tersiyle düşünüyor insan. ölüm, yaşamla bir. oysa iyi yaşamla kötü yaşamı, iyi ölümle kötü ölümü bir arada düşünmeliyiz. peki yanlış bir yaşamla doğru yaşam arasındaki fark nedir?

yanlış hayatı doğru yaşamak 30 yıl bir ülkede siyaset yapıp 30. yılda her şeyi ne kadar bok ettiğini görüp bir şekilde daha vicdanlı davranmaktır örneğin. doğru hayatı doğru yaşamak da aynı ülkede aynı zamanda kendi isteğinle yararlı işler yapacak nitelikte çalışmış olmaktır.

konuyu siyasete bağlama nedenim açık.

en başından askerlik ve siyaset gibi otorite obsesifi sistemlerin içinde kendine yer etmek için askerse komutanının aşağılamalarına, siyasetçiyse üstünün komplekslerine esir olan tiplerin doğru bir hayat yaşamış olduklarını söylemek tek kelimeyle hıyarlık olur.

biri şeyhin önünde diğeri komutanının önünde eğilir. aslında bu "oğlancı" toplumun genel sonucudur. erkek egemen meslekte yükselmek için de kimi kucaklardan geçmek gerekir. kucaklardan geçip sonra kucağına birilerini aldığın hayat doğru bir hayat olamaz.

köşklerde sana benzeyen, sadece üniforması ve ünvanı farklı olan insanlarla toplanıp aldığın kararlar da senin hayatını doğru yapmaz.

gerçi bizim hayatlarımız doğru ya da yanlış değildir.

bizimkisi olsa olsa "öğretilmiş bir hayatı öğretilere göre yaşamak."

daha yanlışla doğru ayrımına bile varamamışız, ne acı!

not: İTÜ Sözlük için yazılmış bir yazıydı, buraya da koymak istedim.

15 Haziran 2009 Pazartesi

Selçuk Erdem'le Konuştuk: MİZAHIN SINIRI VİCDANDIR

Ünivers'in Mayıs sayısı için mail kutuma SELÇUK ERDEM röportajı maili düştüğü an soruları hazırlamaya başlamıştım. Selçuk Erdem, alışılmışın aksine SÜLEYMAN DEMİREL (Gadfadır kompleksi) yerine bu sene kuruluş yıldönümünde üniversitemizi (İEÜ) ziyaret etti. Bana da röportajı yapmak düştü.





Sarphan Uzunoğlu : Sizce mizahın sınırları nelerdir ya da bir sınırlama olmalı mı? Danimarka'daki karikatür krizi ve Türkiye'de açılan davalar ekseninde baktığınızda sınırlamalar sizin için ne ifade ediyor?

Selçuk Erdem:Sınırlamayı herkes vicdanında yapmalı. Devletler olarak böyle bir sınır belirlenirse işler çok karışır. Çünkü herkes özgürlük sınırını farklı bir yerden çekiyor. Sağ olsun başbakanamız başka yerden çekiyor, ben başka yerden çekiyorum. En iyisi bunu insanlara bırakmak. Davalar aslında davayı açanların istediğinin aksine rahatsız oldukları şeyleri göz ününe getiriyor; oysa en iyi ceza ilgisizlik.Ben kendi adıma herkesin kendi sınırlarını bilmesinden yanayım.

S.U: Büyük sermayeli medya kuruluşlarıyla işbirliğine nasıl bakıyorsunuz? Sizce böyle bir birliktelik Türkiye'de mizahın ruhuna uyar mı?



S.E:Hiç uymaz. Yıllar öncesinde başladı mizah dergilerinin bağımsızlığı ve bundan bir geriye dönüş imkansız. Şimdiki tüm dergiler bağımsız çizerler tarafından oluşturuluyor. Arada deneyenler oldu; ancak anlaşma sağlanamadı. Reklam, iktidar ilişkiler mizahçılarla şirket arasındaki ilişkiyi zorlaştırıyor. Elbette bu bağımsızlığın getirdiği zorluklar da oluyor. Biz de hayatta kalacak şekilde yuvarlanıp gidiyoruz.



S.U: Son yıllarda mizah dergilerinin sayıca arttığı ortada. Bu artışın kaliteyi nasıl etkilediğini düşünüyorsunuz? Sizce bu bir kirlilik mi yaratıyor yoksa nitelikli işler artıyor mu?



S.E: Şu anda bir kirlilik yok; ancak benim lise dönemimde bir tür kirlilik yaşanmıştı. On iki on üç kadar dergi vardı; ama gerekli kaliteyi sağlayacak sayıda iyi çizer yoktu. Şu anda Penguen, Uykusuz ve benzeri birkaç dergi var ve biz karşılıklı besleniyoruz. Yeni çıkan dergiler sayesinde yeni çizerlere yer açılıyor. Bu durumdan mutluyum.



S.U: 2002'den bu yana Penguen'de mizaha devam ediyorsunuz. Geçen 7 yılın ardından Penguen'den gelecek için beklentileriniz ve geleceğe dair planlarınız neler?



S.E:Mizah dergileri sürekli olarak kendilerini yenilemeliler. Yenilemeyenler de ömürlerinin sonuna geliyorlar. Biz de bu yenilenmeyi sağlamayı deniyoruz. Gençler arıyoruz mizah için. Aslında biz de genciz; ama türkiye'de işler biraz farklı yürüyor. On sekiz yaşında başlıyoruz ve otuz beş yaşımıza geldiğimizde yaşlanmış sayılıyoruz. Dergilerin yeni çizerlerle bakış açısını da yenilemesi önemli. Her kapakta yeni bir numara deniyoruz, yeni bir şeyler arıyoruz.



S.U:Türkiye'de mizah 2000'lerle beraber yeni bir kitle yarattı ve mizahçı olmak isteyenlerin sayısı artı. Buradan karikatüristlik ya da mizahla uğraşmak isteyenlere bir öneriniz olabilir mi?



S.E:Kaçın kurtarın kendinizi... Tabi bu işin şakası. Ben öneriyorum elbette. Çok zevkli bir iş. Zorlukları var; ama Türkiye genel olarak istikrarsız bir ülke bildiğiniz gibi krizler nedeniyle falan...



S.U: Mizahın içinde olduğunuz süre içerisinde sansür ve baskıyla en çok hangi dönemde karşılaştınız? Baskılar ve davalar sizin üstünüzde gibi bir etki yaratıyor?



S.E: Ben yaş olarak aslında şu ana kadar böyle büyük bir baskıyla karşılaşmadım.Bugüne kadar çok büyük baskılar olmadı. Davalar olmuş olsa da Erdoğan'ın döneminde olduğu kadar olmadı. Kültür Bakanı da kendisi de bize davalar açtı; ama bu sanırım Türkiye'de mizah tarihinde doğal olarak var olan bir durum. Biz bunu kendi içimizde çok büyük baskı olarak görmüyoruz. Üstünde konuşup bunun bizim kafamızda yer etmesini, otosansüre neden olmasını istemiyoruz. Dava açılır mı açılmaz mı diye düşünmüyoruz. İçimizden geldiği gibi devam ediyoruz.