but my heart is open
21 Eylül 2009 Pazartesi
Close your eyes and think of someone you physically admire!
but my heart is open
Memet
Oyun
Twittirenler Vs. Twittirmeyenler!
Haber yapmak değil haber olmak isteyen, yarar odaklı değil konuşulmak odaklı eleştiriyi üslup haline getirmiş kimi yazarlar var. Bunlar yıllar önce internete bulaşamamış olduğundan bu şansı tepmiş olan muhtemelen şimdinin yaşlı yazarları tarafından kıskanılan, polemiğe farklı yönden girmeyi seven yazarlar.
Elbette bunların da etiklisi, ahlâk sahibi olanı var. Kendilerini burada isim vere vere eleştirecek olmanın rahatlığıyla yazıyorum. Örneğin Ahmet Hakan Coşkun. http://twitter.com/ahmethc adresinden twitter hizmetlerinden yararlanan Ahmet Hakan genel olarak X kişi Y kişi olarak konuşmak yerine çatır çatır isim verererek yazıyor. Ana akım medyaya çıktığı günden bu yana muhafazakâr geçmişi ile yeni benliği araasında yaşadığı dönüşüm sürecini izlemek için (ben kendisine yeni ve daha güçlü bir kimlik yarattığına inanıyor ya da inanmak istiyorum) kendisini takip ediyorum. Ahmet Hakan çok iyi “çakan” bir yazar. Gelişine falan da değil üstelik. Stratejik ve güçlü vuruyor. Kitleleri sürükleyen bir yazar olmasa da kitlelere oynamayı iyi biliyor.
Serdar Turgut ise twitter’da karşılaştığım sanırım en ünlü basın insanı. Hayat ve ondan zevk almak, okumak gibi kaygılarınız varsa Serdar Turgut sizin için biçilmiş kaftan. Kimseye çakmak gibi bir kavgası yok. Aldığı zevki yazıyor ve fikir beyan ediyor. Bu yüzden twitter kaynaklı haberlerde Serdar Turgut ismini pek duyamayacağız gibi geliyor bana.
Melis Alphan ise arada sırada gelen iktidar karşıtı tweet’leri haricinde genelde hayatla ilgili yazanlardan. Oray Eğin ve Serdar Turgut’un sayfalarına bol bol yorum bırakıyor. Bir klanlaşma mevcut bile denebilir.
5N1K izleyicilerinin çok yakından tanıdığı Cüneyt Özdemir ise sürekli tweet’leyenlerden. Görüşlerini sık sık yazan Özdemir, aynı zamanda CNN Türk dedikodularıyla da ortamı şenlendirmekte. Özellikle Saba Tümer’e “Welcome to Hell” şeklinde hoş geldin deyişi ve Birand’ın buna dair yorumunu içeren tweetlerde oldukça eğlendik.
Medya camiasını camdan aşağı atarsak Barbaros Şansal Twitter’da arayı fena açmış durumda. Şu ana kadar gördüğüm kadarıyla Şansal’ın takipçi sayısı da duvarı da oldukça şen durumda. Türkçe ile kedinin yünle oynadığı gibi oynayan Şansal’ın bu aralar sık sık Ahmet Hakan’la atışması Twitter Alemi’ni renklendiriyor.
Şimdilik twitter aleminden yazılacaklar bu kadar. Oray Eğin (Şansalca’da Oral Eğil) hakkında ise apayrı bir yazı yazılacağından kendisini şimdilik nadasa bırakıyorum.
Sarphan Uzunoğlu
12 Temmuz 2009 Pazar
Cenk Taner - Bir Kent Ozanı'nın Hayata Dokunuşu

Yıllar geçtikçe Cenk Taner hayatımda daha somut bir figür oldu. Babamla annemin düğünündeki fotoğrafını gördükten sonra, hayatımda ilk kez dokunacak kadar yakın olduğum birinin cümlelerine hayranlık beslediğimi gördüm. `Andıran Otu`'nun dağınık sayılabilecek kurgusu benim için çoktan anlam kazanmıştı. Edebiyat da müzik de kuralları yıkmak üstüne kuruluydu. Aslında değeri olan değersizleştiren kuralları uygulamayandı; ama henüz onlar bunları bilmiyordu muhtemelen.
İnsanın büyümesi önemli bir olay. O büyümede yanınızda olan insanlar çok önemli. Babamla yan yana olsak da bir şeylerin oturmamışlığı ve onun beklentileriyle benimkilerin uyumsuzluğu beni hep sıkar. Bu sıkkınlığın canıma okuduğu dönemlerde `Yanıyor Tüm Gençliğim`'i keşfetmem ve tüm kızgınlığımı ya da kırgınlığımı tek bir şarkıyla akıtabilmem ve ergenliğin öfkesini dört dakika elli altı saniye'ye sığdırabilmem benim için bir şanstı. Sonradan söylenebilecek her şeyin daha önce bir şarkıda daha az can yakarak söylendiğini bu adamdan öğrendim.
Büyüdükçe hayatımdaki etkisini arttırdı Cenk Taner. Herkesin çok iyi bildiği `En Çok Seni` isimli şarkıyı dinlerken Taner'in diline bir kez daha aşık oluyor, herkesin nedense "sıradan hayata çok yer veriyor, şarkıda kiranın ne işi var" şeklinde eleştirdiği şarkıyla farklı özlemlere özne oluyor, farklı duyguları içimde eritmeyi öğreniyordum.
Onun müziğinin olgunlaştığını diskografisinden algılarsınız; ancak `İzin Vermedi Yalnızlık` isimli solo albümü sanırım 1999 sonrası çıkardığı hayatının bir dönemini İzmit'te yaşamış birinin 99 depremi sonrası kırgınlık ve yorgunluğuyla özel yaşantının verdiği muhtemel bıkkınlığı harika biçimde yansıtıyor. Naber nasıl gidiyor diye sorarak başlayan ve iyidir iyi diye biten albümün saflığı damakta kalıyor.
`Cenk Taner` bu topraklarda yaşamış en özel adamlardan biridir. Günün birinde Türkiye'de bir kent ozanı yaşadı mı sorusu sorulursa verilebilecek en doğru cevaplardan biri de kendisidir. Cenk Taner'in hayata cevap olmakla bir ilgisi yoktur, kitlelerle kalabalıklarla ilgilenmez. Zaten Kesmeşeker dinleyicisinin tanımı da Cenk Taner'i tanımlayacak kadar nettir.
"Kesmeşeker dinleyicisi kaç değildir, kimdir."
16 Haziran 2009 Salı
Yanlış Bir Hayatı Doğru Yaşamak
`theodor adorno` amcamızın güzel bir sözü olmasının yanında üstüne ciddi anlamda kafa yorulması gereken bir söz. ahlâkla ilgili konuşmayı hak eden bir toplum olduğumuzu düşünüyorum. elbette toplum derken bu ülkenin içine sıkışmış olan 70 küsür milyon insandan değil, siz hayata kafa yoran sözlük arılarından bahsediyorum; yoksa "bizde yanlış olmaz." cevabını almak için kimse durup dururken adorno'nun kafa yorduğu bu konu hakkında klavye paralamaz, yazıktır.
aslında her şey doğru formu doğru sürdürmekle ilgili diye düşünebileceğimiz zamanlar geride kaldı. çünkü hayat eskisi kadar düz olmuyor büyüdükçe. bu engebeli hâl kişinin kendisini sorgulayabilmesi açısından büyük bir şans çıkarıyor ortaya.
elbette kişi yaşıyorsa eğer bu hayatında birçok doğru seçim yaptığı anlamına gelmez; ancak yaşamı sürdürebilmek de benim açımdan doğru bir iştir. elbette ölümü seçmek de mümkündür; ancak şu an işin fiziki boyutlarıyla ilgileniyorum. adorno kardeşimizin bana göre bir kuşak üstü olan `walter benjamin` gibi ölümün türleri arasında seçim yaptığını sanarken kurtuluş ihtimalini reddedip doğru hayatı yanlış bitirmek de mümkün.
her şeyi evrende tersiyle düşünüyor insan. ölüm, yaşamla bir. oysa iyi yaşamla kötü yaşamı, iyi ölümle kötü ölümü bir arada düşünmeliyiz. peki yanlış bir yaşamla doğru yaşam arasındaki fark nedir?
yanlış hayatı doğru yaşamak 30 yıl bir ülkede siyaset yapıp 30. yılda her şeyi ne kadar bok ettiğini görüp bir şekilde daha vicdanlı davranmaktır örneğin. doğru hayatı doğru yaşamak da aynı ülkede aynı zamanda kendi isteğinle yararlı işler yapacak nitelikte çalışmış olmaktır.
konuyu siyasete bağlama nedenim açık.
en başından askerlik ve siyaset gibi otorite obsesifi sistemlerin içinde kendine yer etmek için askerse komutanının aşağılamalarına, siyasetçiyse üstünün komplekslerine esir olan tiplerin doğru bir hayat yaşamış olduklarını söylemek tek kelimeyle hıyarlık olur.
biri şeyhin önünde diğeri komutanının önünde eğilir. aslında bu "oğlancı" toplumun genel sonucudur. erkek egemen meslekte yükselmek için de kimi kucaklardan geçmek gerekir. kucaklardan geçip sonra kucağına birilerini aldığın hayat doğru bir hayat olamaz.
köşklerde sana benzeyen, sadece üniforması ve ünvanı farklı olan insanlarla toplanıp aldığın kararlar da senin hayatını doğru yapmaz.
gerçi bizim hayatlarımız doğru ya da yanlış değildir.
bizimkisi olsa olsa "öğretilmiş bir hayatı öğretilere göre yaşamak."
daha yanlışla doğru ayrımına bile varamamışız, ne acı!
not: İTÜ Sözlük için yazılmış bir yazıydı, buraya da koymak istedim.
15 Haziran 2009 Pazartesi
Selçuk Erdem'le Konuştuk: MİZAHIN SINIRI VİCDANDIR
Sarphan Uzunoğlu : Sizce mizahın sınırları nelerdir ya da bir sınırlama olmalı mı? Danimarka'daki karikatür krizi ve Türkiye'de açılan davalar ekseninde baktığınızda sınırlamalar sizin için ne ifade ediyor?
Selçuk Erdem:Sınırlamayı herkes vicdanında yapmalı. Devletler olarak böyle bir sınır belirlenirse işler çok karışır. Çünkü herkes özgürlük sınırını farklı bir yerden çekiyor. Sağ olsun başbakanamız başka yerden çekiyor, ben başka yerden çekiyorum. En iyisi bunu insanlara bırakmak. Davalar aslında davayı açanların istediğinin aksine rahatsız oldukları şeyleri göz ününe getiriyor; oysa en iyi ceza ilgisizlik.Ben kendi adıma herkesin kendi sınırlarını bilmesinden yanayım.
S.U: Büyük sermayeli medya kuruluşlarıyla işbirliğine nasıl bakıyorsunuz? Sizce böyle bir birliktelik Türkiye'de mizahın ruhuna uyar mı?
S.E:Hiç uymaz. Yıllar öncesinde başladı mizah dergilerinin bağımsızlığı ve bundan bir geriye dönüş imkansız. Şimdiki tüm dergiler bağımsız çizerler tarafından oluşturuluyor. Arada deneyenler oldu; ancak anlaşma sağlanamadı. Reklam, iktidar ilişkiler mizahçılarla şirket arasındaki ilişkiyi zorlaştırıyor. Elbette bu bağımsızlığın getirdiği zorluklar da oluyor. Biz de hayatta kalacak şekilde yuvarlanıp gidiyoruz.
S.U: Son yıllarda mizah dergilerinin sayıca arttığı ortada. Bu artışın kaliteyi nasıl etkilediğini düşünüyorsunuz? Sizce bu bir kirlilik mi yaratıyor yoksa nitelikli işler artıyor mu?
S.E: Şu anda bir kirlilik yok; ancak benim lise dönemimde bir tür kirlilik yaşanmıştı. On iki on üç kadar dergi vardı; ama gerekli kaliteyi sağlayacak sayıda iyi çizer yoktu. Şu anda Penguen, Uykusuz ve benzeri birkaç dergi var ve biz karşılıklı besleniyoruz. Yeni çıkan dergiler sayesinde yeni çizerlere yer açılıyor. Bu durumdan mutluyum.
S.U: 2002'den bu yana Penguen'de mizaha devam ediyorsunuz. Geçen 7 yılın ardından Penguen'den gelecek için beklentileriniz ve geleceğe dair planlarınız neler?
S.E:Mizah dergileri sürekli olarak kendilerini yenilemeliler. Yenilemeyenler de ömürlerinin sonuna geliyorlar. Biz de bu yenilenmeyi sağlamayı deniyoruz. Gençler arıyoruz mizah için. Aslında biz de genciz; ama türkiye'de işler biraz farklı yürüyor. On sekiz yaşında başlıyoruz ve otuz beş yaşımıza geldiğimizde yaşlanmış sayılıyoruz. Dergilerin yeni çizerlerle bakış açısını da yenilemesi önemli. Her kapakta yeni bir numara deniyoruz, yeni bir şeyler arıyoruz.
S.U:Türkiye'de mizah 2000'lerle beraber yeni bir kitle yarattı ve mizahçı olmak isteyenlerin sayısı artı. Buradan karikatüristlik ya da mizahla uğraşmak isteyenlere bir öneriniz olabilir mi?
S.E:Kaçın kurtarın kendinizi... Tabi bu işin şakası. Ben öneriyorum elbette. Çok zevkli bir iş. Zorlukları var; ama Türkiye genel olarak istikrarsız bir ülke bildiğiniz gibi krizler nedeniyle falan...
S.U: Mizahın içinde olduğunuz süre içerisinde sansür ve baskıyla en çok hangi dönemde karşılaştınız? Baskılar ve davalar sizin üstünüzde gibi bir etki yaratıyor?
S.E: Ben yaş olarak aslında şu ana kadar böyle büyük bir baskıyla karşılaşmadım.Bugüne kadar çok büyük baskılar olmadı. Davalar olmuş olsa da Erdoğan'ın döneminde olduğu kadar olmadı. Kültür Bakanı da kendisi de bize davalar açtı; ama bu sanırım Türkiye'de mizah tarihinde doğal olarak var olan bir durum. Biz bunu kendi içimizde çok büyük baskı olarak görmüyoruz. Üstünde konuşup bunun bizim kafamızda yer etmesini, otosansüre neden olmasını istemiyoruz. Dava açılır mı açılmaz mı diye düşünmüyoruz. İçimizden geldiği gibi devam ediyoruz.