12 Temmuz 2009 Pazar

Cenk Taner - Bir Kent Ozanı'nın Hayata Dokunuşu



Hayatımın yönünü ve hayallerimi değiştiren adam. lise 1'deydim Cenk Taner'le tanıştığımda. Hayatımın farklı dönemlerinde şarkılarını dinleyeceğim bu adamla tanışmama o dönem satın aldığım bir `Blue Jean` dergisi neden olmuştu. Kırmızı fonda sarı bir yıldız ve önünde o kendine has yüz hatlarıyla `Cenk Taner` duruyordu. Garip bir adamdı aslında. O dönem `Kum` albümü çıkmıştı ve ben albümü dinlediğimde hayatımın önceki dönemlerinden bu sese bir şekilde aşina olduğumu hatırladım. Sonra kesmeşeker'in tüm albümlerini edindim. Şarkı sözlerinin her biri gökten cilt cilt inen bir kutsal kitap gibiydi benim için. Altı çizilen kelimeler ve benim için yarattığı yol haritasının ne denli önemli olduğunu bugün bile "Tam olarak algıladım mı?" diye kendime sormam, sözlerdeki belirsizliğin değil, boşvermişlikle tutku arasında gezintimin bir sonucudur büyük ihtimalle.

Yıllar geçtikçe Cenk Taner hayatımda daha somut bir figür oldu. Babamla annemin düğünündeki fotoğrafını gördükten sonra, hayatımda ilk kez dokunacak kadar yakın olduğum birinin cümlelerine hayranlık beslediğimi gördüm. `Andıran Otu`'nun dağınık sayılabilecek kurgusu benim için çoktan anlam kazanmıştı. Edebiyat da müzik de kuralları yıkmak üstüne kuruluydu. Aslında değeri olan değersizleştiren kuralları uygulamayandı; ama henüz onlar bunları bilmiyordu muhtemelen.

İnsanın büyümesi önemli bir olay. O büyümede yanınızda olan insanlar çok önemli. Babamla yan yana olsak da bir şeylerin oturmamışlığı ve onun beklentileriyle benimkilerin uyumsuzluğu beni hep sıkar. Bu sıkkınlığın canıma okuduğu dönemlerde `Yanıyor Tüm Gençliğim`'i keşfetmem ve tüm kızgınlığımı ya da kırgınlığımı tek bir şarkıyla akıtabilmem ve ergenliğin öfkesini dört dakika elli altı saniye'ye sığdırabilmem benim için bir şanstı. Sonradan söylenebilecek her şeyin daha önce bir şarkıda daha az can yakarak söylendiğini bu adamdan öğrendim.

Büyüdükçe hayatımdaki etkisini arttırdı Cenk Taner. Herkesin çok iyi bildiği `En Çok Seni` isimli şarkıyı dinlerken Taner'in diline bir kez daha aşık oluyor, herkesin nedense "sıradan hayata çok yer veriyor, şarkıda kiranın ne işi var" şeklinde eleştirdiği şarkıyla farklı özlemlere özne oluyor, farklı duyguları içimde eritmeyi öğreniyordum.

Onun müziğinin olgunlaştığını diskografisinden algılarsınız; ancak `İzin Vermedi Yalnızlık` isimli solo albümü sanırım 1999 sonrası çıkardığı hayatının bir dönemini İzmit'te yaşamış birinin 99 depremi sonrası kırgınlık ve yorgunluğuyla özel yaşantının verdiği muhtemel bıkkınlığı harika biçimde yansıtıyor. Naber nasıl gidiyor diye sorarak başlayan ve iyidir iyi diye biten albümün saflığı damakta kalıyor.

`Cenk Taner` bu topraklarda yaşamış en özel adamlardan biridir. Günün birinde Türkiye'de bir kent ozanı yaşadı mı sorusu sorulursa verilebilecek en doğru cevaplardan biri de kendisidir. Cenk Taner'in hayata cevap olmakla bir ilgisi yoktur, kitlelerle kalabalıklarla ilgilenmez. Zaten Kesmeşeker dinleyicisinin tanımı da Cenk Taner'i tanımlayacak kadar nettir.

"Kesmeşeker dinleyicisi kaç değildir, kimdir."

16 Haziran 2009 Salı

Yanlış Bir Hayatı Doğru Yaşamak

Yanlış hayat doğru yaşanmaz...

`theodor adorno` amcamızın güzel bir sözü olmasının yanında üstüne ciddi anlamda kafa yorulması gereken bir söz. ahlâkla ilgili konuşmayı hak eden bir toplum olduğumuzu düşünüyorum. elbette toplum derken bu ülkenin içine sıkışmış olan 70 küsür milyon insandan değil, siz hayata kafa yoran sözlük arılarından bahsediyorum; yoksa "bizde yanlış olmaz." cevabını almak için kimse durup dururken adorno'nun kafa yorduğu bu konu hakkında klavye paralamaz, yazıktır.

aslında her şey doğru formu doğru sürdürmekle ilgili diye düşünebileceğimiz zamanlar geride kaldı. çünkü hayat eskisi kadar düz olmuyor büyüdükçe. bu engebeli hâl kişinin kendisini sorgulayabilmesi açısından büyük bir şans çıkarıyor ortaya.

elbette kişi yaşıyorsa eğer bu hayatında birçok doğru seçim yaptığı anlamına gelmez; ancak yaşamı sürdürebilmek de benim açımdan doğru bir iştir. elbette ölümü seçmek de mümkündür; ancak şu an işin fiziki boyutlarıyla ilgileniyorum. adorno kardeşimizin bana göre bir kuşak üstü olan `walter benjamin` gibi ölümün türleri arasında seçim yaptığını sanarken kurtuluş ihtimalini reddedip doğru hayatı yanlış bitirmek de mümkün.

her şeyi evrende tersiyle düşünüyor insan. ölüm, yaşamla bir. oysa iyi yaşamla kötü yaşamı, iyi ölümle kötü ölümü bir arada düşünmeliyiz. peki yanlış bir yaşamla doğru yaşam arasındaki fark nedir?

yanlış hayatı doğru yaşamak 30 yıl bir ülkede siyaset yapıp 30. yılda her şeyi ne kadar bok ettiğini görüp bir şekilde daha vicdanlı davranmaktır örneğin. doğru hayatı doğru yaşamak da aynı ülkede aynı zamanda kendi isteğinle yararlı işler yapacak nitelikte çalışmış olmaktır.

konuyu siyasete bağlama nedenim açık.

en başından askerlik ve siyaset gibi otorite obsesifi sistemlerin içinde kendine yer etmek için askerse komutanının aşağılamalarına, siyasetçiyse üstünün komplekslerine esir olan tiplerin doğru bir hayat yaşamış olduklarını söylemek tek kelimeyle hıyarlık olur.

biri şeyhin önünde diğeri komutanının önünde eğilir. aslında bu "oğlancı" toplumun genel sonucudur. erkek egemen meslekte yükselmek için de kimi kucaklardan geçmek gerekir. kucaklardan geçip sonra kucağına birilerini aldığın hayat doğru bir hayat olamaz.

köşklerde sana benzeyen, sadece üniforması ve ünvanı farklı olan insanlarla toplanıp aldığın kararlar da senin hayatını doğru yapmaz.

gerçi bizim hayatlarımız doğru ya da yanlış değildir.

bizimkisi olsa olsa "öğretilmiş bir hayatı öğretilere göre yaşamak."

daha yanlışla doğru ayrımına bile varamamışız, ne acı!

not: İTÜ Sözlük için yazılmış bir yazıydı, buraya da koymak istedim.

15 Haziran 2009 Pazartesi

Selçuk Erdem'le Konuştuk: MİZAHIN SINIRI VİCDANDIR

Ünivers'in Mayıs sayısı için mail kutuma SELÇUK ERDEM röportajı maili düştüğü an soruları hazırlamaya başlamıştım. Selçuk Erdem, alışılmışın aksine SÜLEYMAN DEMİREL (Gadfadır kompleksi) yerine bu sene kuruluş yıldönümünde üniversitemizi (İEÜ) ziyaret etti. Bana da röportajı yapmak düştü.





Sarphan Uzunoğlu : Sizce mizahın sınırları nelerdir ya da bir sınırlama olmalı mı? Danimarka'daki karikatür krizi ve Türkiye'de açılan davalar ekseninde baktığınızda sınırlamalar sizin için ne ifade ediyor?

Selçuk Erdem:Sınırlamayı herkes vicdanında yapmalı. Devletler olarak böyle bir sınır belirlenirse işler çok karışır. Çünkü herkes özgürlük sınırını farklı bir yerden çekiyor. Sağ olsun başbakanamız başka yerden çekiyor, ben başka yerden çekiyorum. En iyisi bunu insanlara bırakmak. Davalar aslında davayı açanların istediğinin aksine rahatsız oldukları şeyleri göz ününe getiriyor; oysa en iyi ceza ilgisizlik.Ben kendi adıma herkesin kendi sınırlarını bilmesinden yanayım.

S.U: Büyük sermayeli medya kuruluşlarıyla işbirliğine nasıl bakıyorsunuz? Sizce böyle bir birliktelik Türkiye'de mizahın ruhuna uyar mı?



S.E:Hiç uymaz. Yıllar öncesinde başladı mizah dergilerinin bağımsızlığı ve bundan bir geriye dönüş imkansız. Şimdiki tüm dergiler bağımsız çizerler tarafından oluşturuluyor. Arada deneyenler oldu; ancak anlaşma sağlanamadı. Reklam, iktidar ilişkiler mizahçılarla şirket arasındaki ilişkiyi zorlaştırıyor. Elbette bu bağımsızlığın getirdiği zorluklar da oluyor. Biz de hayatta kalacak şekilde yuvarlanıp gidiyoruz.



S.U: Son yıllarda mizah dergilerinin sayıca arttığı ortada. Bu artışın kaliteyi nasıl etkilediğini düşünüyorsunuz? Sizce bu bir kirlilik mi yaratıyor yoksa nitelikli işler artıyor mu?



S.E: Şu anda bir kirlilik yok; ancak benim lise dönemimde bir tür kirlilik yaşanmıştı. On iki on üç kadar dergi vardı; ama gerekli kaliteyi sağlayacak sayıda iyi çizer yoktu. Şu anda Penguen, Uykusuz ve benzeri birkaç dergi var ve biz karşılıklı besleniyoruz. Yeni çıkan dergiler sayesinde yeni çizerlere yer açılıyor. Bu durumdan mutluyum.



S.U: 2002'den bu yana Penguen'de mizaha devam ediyorsunuz. Geçen 7 yılın ardından Penguen'den gelecek için beklentileriniz ve geleceğe dair planlarınız neler?



S.E:Mizah dergileri sürekli olarak kendilerini yenilemeliler. Yenilemeyenler de ömürlerinin sonuna geliyorlar. Biz de bu yenilenmeyi sağlamayı deniyoruz. Gençler arıyoruz mizah için. Aslında biz de genciz; ama türkiye'de işler biraz farklı yürüyor. On sekiz yaşında başlıyoruz ve otuz beş yaşımıza geldiğimizde yaşlanmış sayılıyoruz. Dergilerin yeni çizerlerle bakış açısını da yenilemesi önemli. Her kapakta yeni bir numara deniyoruz, yeni bir şeyler arıyoruz.



S.U:Türkiye'de mizah 2000'lerle beraber yeni bir kitle yarattı ve mizahçı olmak isteyenlerin sayısı artı. Buradan karikatüristlik ya da mizahla uğraşmak isteyenlere bir öneriniz olabilir mi?



S.E:Kaçın kurtarın kendinizi... Tabi bu işin şakası. Ben öneriyorum elbette. Çok zevkli bir iş. Zorlukları var; ama Türkiye genel olarak istikrarsız bir ülke bildiğiniz gibi krizler nedeniyle falan...



S.U: Mizahın içinde olduğunuz süre içerisinde sansür ve baskıyla en çok hangi dönemde karşılaştınız? Baskılar ve davalar sizin üstünüzde gibi bir etki yaratıyor?



S.E: Ben yaş olarak aslında şu ana kadar böyle büyük bir baskıyla karşılaşmadım.Bugüne kadar çok büyük baskılar olmadı. Davalar olmuş olsa da Erdoğan'ın döneminde olduğu kadar olmadı. Kültür Bakanı da kendisi de bize davalar açtı; ama bu sanırım Türkiye'de mizah tarihinde doğal olarak var olan bir durum. Biz bunu kendi içimizde çok büyük baskı olarak görmüyoruz. Üstünde konuşup bunun bizim kafamızda yer etmesini, otosansüre neden olmasını istemiyoruz. Dava açılır mı açılmaz mı diye düşünmüyoruz. İçimizden geldiği gibi devam ediyoruz.



15 Ocak 2009 Perşembe

Rasim Ozan Kütahyalı Röportajı


Taraf Gazetesi bir yandan övgü bir yandan da tehditler alarak yoluna devam ediyor. Maddi zorluklar yaşasa da yazarlarıyla kararlı bir mücadele sürdüren farklı çizgideki bir çok şekilde nitelendirilmiş (sorosçu,fethullahçı vs.) gazetenin genç ve tanınmış bir yazarıyla, Rasim Ozan Kütahyalı’yla bir sohbet gerçekleştirdik. Sol-Kemalist kökenli bir aileden olduğu bilinen ve kendisini de liberal ideolojik yelpazede tanımlayan yazarla Kürtler’den Ermeniler’den Dindarlar’dan Liberaller’den TSK’dan ; kısacası akla gelen her kafa yorucu konudan konuştuk.

1- Taraf ile başlayalım, sizin için Taraf ne ifade ediyor? Bir köşe yazarı olarak Taraf, durduğunuz yerden mi bakıyor olaylara yoksa herhangi bir gazeteci işveren ilişkiniz mi var?

Tamemen durduğum yerden bakan bir gazete.Gerçekten benim gazetem.Taraf’ın ayakta kalması Türkiye’nin ayakta kalmasıdır benim nazarımda
2- Deniz Gezmiş’le ilgili görüşleriniz çok tartışıldı. 68 Kuşağı’na nereden bakıyorsunuz ve Türk 68′ini evrenin o dönemki durumunun neresinde görüyorsunuz?

Türk 68 hareketi dışarıdan etkilenmiştir bir açıdan,özellikle latin amerika deneyiminden,üçüncü dünyalı sosyalist dilden etkilenmiştir.Batı 68’inden pek etkilenmemiştir.Öte yandan genel 68’ler tarihi bağlamında kimse Türkiye’yi anmaz,ortalama bir batılı yada latin amerikalı sosyalist Deniz Gezmiş kim bilmez.Türk 68’i lokal bir harekettir o bağlamda…Bazı olumlu istisnalar var ama Türk 68 gençliği milliyetçi-sosyalist bir gençliktir,temel paradigma Kemalzimdir,o dönemin Kürt solcuları üzerinde bile İttihatçı-Kemalist hegemonyayı görmek mümkün.Deniz’ler kendileri zaten kendileirni Kemalist ve milliyetçi diye tanımlıyor,ben bunu dedim,kıyamet koptu,anlamak mümkün değil.Yeni birşey söylemedim yani…


3- Perihan Mağden, kendi gazetemdeki köşe yazarlarını bile okuyamıyorum dedi, siz ne düşünüyorsunuz?

Ben okuyorum.Taraf’ın tüm yazarlarını okurum,Diğer gazetelere de bakarım.

4- Emniyet ve Ordu gibi kurumları eleştirirken hiç çekinmiyor musunuz? Sonuçta zaten maddi zorluklar yaşayan bir gazetedesiniz ve Taraf’ın yarın raflarda olup olmayacağı belli değil gibi duruyor?

Valla kariyerist kaygılarla düşünerek yazmak ahlaksızlık bence.İnsan düşündüğünü belli bir çerçeve içinde yazmalı.TSK daha düzgün bir kurum olsun diye eleştiriyoruz.Her konu öyle.Denetlenen ve eleştirilen değil eleştirilmeyen kurum çürür…Taraf’ın yaşaması lazım,elimizden geleni yapıyoruz.Türkiye toplumunda tüm ezilenler bizleri çok seviyor.Bazı şehirlerde pop-star gibiyiz


5- Bir yazar olarak 30 yıl sonra O’nun yerinde olmak isterim dediğiniz biri var mı?

Ben öyle çok gelecek planlaması yapmayı sevmem,planlama kavramı bana ters zaten.Hayatın hiçbir alanında planlama,kumanda sevmem.Tanri seninle dalga geçsin mi istiyorsun,o zaman plan yap demişler.Haklı bu söz bence…Sevdiğim çok yazar,çok sinemacı var…fikir ve sanat adamı olarak sevdiğim kişiler var…Ama şu olayım diye hiç düşünmedim…


6- Derin Düşünce oluşumundan biraz bahseder misiniz? Nerede duruyorsunuz ve neyi değiştirmeye çalışıyorsunuz?

Derin Düşünce,benim destek verdiğim bir oluşum,kurucusu ben değilim.Mehmet Yılmaz var,oranın baş editörü.Bu toprakların kültürüyle barışık bir özgürlükçü-demokrat dil kurma gayretindeler…Çok haklılar…


7- Türkiye’de azınlıklar hiç olmadıkları kadar gündemdeler. Bu AKP’nin başarısı mı yoksa 2000′lerdeki İslam’ın yükselişi de dahil olmak üzere ülkedeki baskın ideolojiler arasında kaybolmama çabası mı?

Olması gereken bu.İnkar ve asimilasyon politikaları bir yere kadar gider…Bu politikalar ne ahlaka uygun ne de akla…Türkiye artık kabuklarını kırıyor.Kürtler,Aleviler,Dindarlar kimliklerinden utanmadan kamusal,siyasal ve sosyal areada yer almak istiyor.Sonuna kadar haklılar.Gayrimüslim azınlıklar zaten bu topraklarda kelaynak kuşu gibi kaldı.İttihatçı proje “başarılı” oldu,o insanlar kovuldu.Fakat bu “başarı” ahlak,vicdan ve insanlık haysiyetinin düşmanı bir “başarı”…Bedellerini de dış meselelerde yaşıyoruz…

8- İdeolojik yelpazedeki yerinizi nasıl tanımlarsınız?

Ben kendimi liberal-demokrat olarak tanımlıyorum.Karl Popper ve Isaiah Berlin en begendigim iki çağdaş politik filozof…Geriye doğru gidersek John Stuart Mill ve David Hume gelir…ben doktrinal anlamda bir liberal-demokratım…liberalizmin entelektüel spekturumu içinde de bu çizgideyim…Mises,Friedman çizgisinde değilim mesela…O çizgiyi problemli bulurum…Isaiah Berlin’i bu ülkenin okuması lazım,bilinmemesi felaket…Berlin’in antogonistik liberalizm ekolünü benimsiyorum…Bu uzun konu tabii…

Teşekkür ederiz, başarılar.

Sarphan Uzunoğlu…

Altay Öktem Röportajı


Rock’n’roll Edebiyatı’nın ya da Underground Edebiyat’ın son kalesi olarak anılıyorsunuz. Bu tanım sizi ne kadar anlatıyor? Karakalem’i çıkarmak sizin için bahsedilen sıfatların getirdiği bir görev miydi yoksa bir hayal mi?

Altay Öktem: Öncelikle teşekkürler. Bu şekilde anıldığımı bilmiyordum. Türkiye’de tek tipleşmeyi bir iktidar alanı olarak gören merkezi edebiyatın nefes alma şansı tanımadığı birçok yazınsal tür var aslında. Son dönemlerde polisiye biraz kırdı bu baskıyı; bilim kurgu, fantastik, korku hâlâ birkaç genç yazarın kişisel çabalarıyla var olmaya çalışıyor. Underground edebiyatsa bunların içinde en geride kalan, kendini bir türlü kabul ettiremeyen tür.

Karakalem, elbette görev duygusuyla çıkmadı ortaya ama merkezde kendine yer edinemeyen ya da edinmek istemeyen birçok kalem için, akabilecekleri bir mecra oldu. Bu da bir sorumluluğu beraberinde getiriyor elbette. Genç, farklı, kıyıda kalan ama kıyının dili olmayı becerebilmiş herkes kendini ifade edebiliyor Karakalem’de. Böyle bir dergi çıkarmak gibi bir hayalim yoktu ama her koşulda bu dergiyi yaşatmak gibi bir hayalim var şimdi.

S.U: Türkiye’de gençlerin basılı şeyleri geçmişe oranla daha az okuduğu bu dönemde Karakalem gibi bir dergi çıkarıyorsunuz. İnternetin bu kadar geliştiği ve bu kadar çok yazının mailden maile dolaştığı bir dönemde Karakalem’i farklı kılan ne?

A.Ö: İnternet, gençler arasında çok yaygın olsa da basılı yayınların kalıcılığı ve etkisi hâlâ çok yüksek. Karakalem başka bir örneği olmayan, sanatın her alanına el atan ama belli bir konseptin dışına çıkmayan bir çeşit tür dergisi. Ayrıca dergiler, bir yazar kadrosu tarafından oluşturulan, kendi okuruna hitap eden yayınlardır. Yazarıyla okuru arasında belirgin bir mesafe vardır yani. Karakalem’in başarısı, bu mesafeyi ortadan kaldırmış olması. Okur, kendini derginin içinde hissediyor. Zaten öyle!

Tasarımı da farklı, biliyorsunuz. İnternetle haşır neşir olan gençliğe de yabancı olmayan bir tasarımı var Karakalem’in. Sayfaları, gözü web sayfasına, bloğa alışmış bir okura da yabancı gelmiyor.

S.U: Aslında sizin de internetle bağlarınızın çok sıkı olduğunu görüyoruz. Bir yazarın kendi kitlesini yaratması bir yana ailesiyle görüşmesinin bile bu kadar zor olduğu dönemde insanlarla yüz yüze gelebilecek zamanı ya da enerjiyi nerden buluyorsunuz?

A.Ö: Her şey için zaman bulunur, istemek önemli. İnternetle yakın bir ilişkim var ve bu ilişki çok şey kazandırıyor bana. Ayrıca iletişime çok önem veririm. Bana söyleyecek sözü, soracak sorusu olan birine cevap vermemden daha doğal ne olabilir? Böylece hem yoğun bir mail trafiği yaşıyorum hem de yazar, çizer, okur ayrımı yapmadan, denk geldiğinde herkesle vakit geçirebiliyorum. Fazladan bir enerjiye gerek yok aslında, zevk almak önemli.

S.U: Sizdeki bu Janis Joplin sevdası nereden geliyor? Ne zaman güzel ne zaman özgün bir şey olsa onu okuyoruz satırlarınızda.

A.Ö: Onu ben de bilmiyorum. Seviyorum, o kadar! Elbette bir sürü şarkıcı, bir sürü grup var sevdiğim ama Janis Joplin’in yeri ayrı. Sesinin tonu, vurguları, benim yazılarımdaki, şiirlerimdeki tonla akraba gibi. Belki tuhaf bir benzetme ama bana öyle geliyor, benziyor.

S.U: Penguen’de bir yazınızda müzisyenlerin siyasi tavırsızlıklarından duyduğunuz rahatsızlığı dile getirdiniz. Sizce yazarlar ya da müzisyenler bunu var olan düzende tutunmak için mi yapıyorlar, bu sistem onlar için mi işliyor?

A.Ö: Siyasi tavır değil de, politik duruş diyelim buna. Müzisyenin politik duruşu olması gibi bir zorunluluğu yok, elbette ama şunu unutmamak gerekir ki işini iyi yapmak da politik bir tavırdır. Gerektiğinde insanları eğlendirmek de politik bir tavırdır. Benim söylemek istediğim, şarkılarda mesaj verilmesi değil. Hatta tam aksine didaktik yönü olan şarkılar müzikal anlamda çok gelişmiş olmuyor. Hayata doğru yerden bakmak önemli burada. Sadece eğlenmek için de şarkı yapılabilir. Eğlendiren şarkının bile politik bir duruşu olduğunu da unutmamak gerek ama. Ortalığa peçete saçmak, ayakkabıdan şarap içmek de bir eğlenme biçimi. Bu tarz bir eğlenceye zemin hazırlayan şarkı, yanlış bir politik bakışın eseridir. Özellikle şarkı sözlerine bakarsak bu duruşsuzluğun, boşluğun, zafiyetin bütün öğelerine rastlarız.

S.U:Türkiye’de ders kitaplarına şiirleri alınan şairler yavaş yavaş unutuluyor ya da göçüyorlar. Bundan yirmi sene sonra Altay Öktem’in yazdığı bir şiiri ya da yazıyı bir ders kitabında görme ihtimalimiz ya da Türkiye’nin böyle bir türe ve hayat tarzına alışma ihtimali ne sizce?

A.Ö:Yirmi yıl sonra ne olur bilemem ama şu anda girdiğimiz rotaya bakarsak sadece benim değil, bu kuşağın özgün şairlerinin hiçbirinin ders kitaplarına girme ihtimali yok gibi geliyor bana. Ders kitabına girmenin önemli olduğunu da düşünmüyorum ama müfredat bahane burada, önemli olan sorunuzun sonundaki “tür” ve “hayat tarzı” meselesi. Çünkü her şiir topluma bir öneridir. Bu öneriyi kabullenecek toplum henüz yok ufukta. Yirmi yıl sonra olma ihtimali de yok çünkü rotamız da yanlış.

S.U: Kitap okumak farklı bir alışkanlık, her yazar bir başka yazarın yolunu açıyor diğerine. Sizi okuyanlarda hangi ülkenin ya da yazarın eserlerine ilgi doğabilir?

A.Ö: Zaten her yazar, eğer iyi bir yazarsa, okur oluşturur. Başka yazarlara açılma isteği doğurur okurda. Bir tek beni okuyan bir kişi, okur değil “fan”dır. Bu da bir yazar için en tehlikeli şeydir kanımca. Beni okuyanın ilgisi nereye yönelir, tam olarak bir şey söylemek kolay değil ama bestsellerlara yönelmeyecekleri kesin!

Türk E-Dergi adına sonsuz teşekkürler!

1 Kasım 2008 Cumartesi

Kaan Altan Röportajı

BİR KENT OZANI: KAAN ALTAN



Kaan Altan adı duyulunca akla gelen çok şey var elbette; ancak sizi iyi tanıyanların üstünde durduğu en önemli nokta türkçe kullanımı. Türkçe ve günümüzde kullanımı hakkında ne düşünüyorsunuz? Açıkçası Türkiye'de kendi dilimizle rock yapabiliyorsak bunda "Kan Kokusu" gibi albümlerin önemli payı var, şu an türkçe rock yapan grupları ve türkçe rock söz yazarlarını nasıl buluyorsunuz?



- Türk dilinin kullanılması ile adımın birlikte anılması benim için gurur verici. Bunu için size teşekkür ederim. Aslında ben Almanya’da büyümüş ve ilk dili Almanca olmuş biri olarak bu konuya epey geriden başladım, fakat zaman içinde elimden geldiğince kendimi yetiştirmeye çalıştım. Hala birçok eksiğim olmasına rağmen çalışıyorum. Fakat şunu rahatlıkla söyleyebilirim ki müzik yaşamım boyunca hiç bir zaman başka bir dil kullanmayı düşünmedim. Bugüne geldiğimizde bırakın sokakları, yazılı ve görsel basının, “toplumun ileri gelenlerinin” nasıl bir Türkçe kullandığını hepimiz görüyor ve duyuyoruz. Arapça kelimelerden başlayıp “start almaya”. Kahvelerin cafe’ye dönmesinden süperlere. Kadınların bayan’a devşirilmesinden aklıma gelmeyen birçok şeye kadar bu nadide örnekleri saymak mümkündür. Türk Rok’ında :P Türkçeyi çok iyi kullanan bir çok isim vardır. Ve düşününce sanırım şu anki müzik tarzlarında dilimizi en iyi kullanan sanatçılar Rokçulardır.

İkinci Yol ile başlayan Karapaks serüveni nasıl gidiyor? Yaz döneminin ardından stüdyo çalışmalarına mı yoğunlaşacak Karapaks yoksa daha sık konser mi verilecek? Çünkü Karapaks takipçilerinin ortak derdi konser sayısının azlığı.



- Her şeye rağmen yeni bir grup olmamız ve şarkılarımızın yapısından kaynaklanan bir havadan dolayı arzu ettiğimiz sayıda konsere çıkamadık fakat yineden kayda değer bir sayıya ulaştık. Kolay tüketilen hoplatıp zıplatan bir müzik tarzının üyesi olmamanın eksi yönleri de bu. Bizi seven insanların da müziğimizle ve bizlerle paralel özellikler taşıması
sanırım namımızın ağır ama temelleri sağlam yürümesine yol açıyor. Şu an 2. albüm kayıtlarının sonuna geldik ve kışın albümü çıkartmak istiyoruz. Tabi ki beklendiği gibi bu albümde de birçok yeni belki de şaşırtıcı unsurlar olacak. Hatta belki de çok eleştiri alacağız ama bir o kadar da övgü alacağımızdan kuşkum yok.

Karapaks'ın kendine özgü bir klip dili var mı? Ortada duran rock gruplarının klipleriyle çok farklı hatta piyasanın istediğine oldukça aykırı bir duruş var kliplerde. Bu ortak bir karar mı?

Bizim için bu oldukça olağan bir durum ve gelişme çok basit oluyor. Sanat dilimizi anlayan ama işitsel değil görsel sanatlarda oldukça yetkin arkadaşlarımızla çalışıyoruz. Yapılan toplantılar sonucu birkaç simge dışında onları şarkının görsel yorumunda tamamen özgür bırakıyoruz. Piyasanın isteğine zaten alet olmamış şarkılardan da farklı görsel sonuçlar beklemek olmaz. Bu nedenle 9 dakikalık bir şarkının el kamerasıyla çekilmiş bir görseli, ya da zaten oldukça ağır seyreden bir şarkının bir o kadar ağır bir “kılibi” ortaya çıkabilmektedir.

Türkiye'yi nasıl görüyorsunuz? Fazıl Say'ın "Terk ediyorum"'una, Türkiye'de sanata ve siyasete neresinden bakıyorsunuz?

-Ben yaşamımı çok rahat dışarıda kurup sürdürebilecek olanaklara sahip bir insan olarak vatanıma döndüm. Daha doğrusu göreceli olarak ayrı kalsam da benliğim her zaman burada oldu ve sonuçta buradayım. Oldukça yıpratıcı ve küfür edici ortamlar yaşarken bir şeyin düzgün ve yerinde yapılmasına başka nerede sevinebilirsiniz ki. Bu topraklar ait olmayan doğu ve batı kültür ithalatına rağmen hala var olmaya çabalayan bu insanları nerede bulabilirsiniz ki. Dayanak aldığımız nokta Cumhuriyettir.

Kadıköy Sound projesinde Demirhan Baylan ve Cenk Taner'le çaldınız. Açıkçası Kadıköy Müziği bir şekilde Türkiye'de rock kültürünü değiştiren unsurlardan biri. Bunun bir parçası olmak nasıl bir şey? Kadıköy'ün gerçekten müziği şekillendirdiği doğru mu?



Babi-ali den akşam vapuruna atlayan gazeteciler, yazarlar, şairler ressamlar dingin bir deniz yolculuğu ile evleri olan Kadıköy’e varırlarmış.

Kalkedon’u kuranların aklına karşıya geçmek gelmemiş. Şaka bir yana Kadıköy bir kalma yeridir. Mahalleye gelenler evlerine gelir. Dışarı çıkarlarsa kendi barlarına giderler. Sakinlik vardır. Kimisi güven der. Yaratım hep vardır. Yaratım önemlidir. Evlere gidilir. Evlerde havasız (H2O değil) eğlenceler yapılır. Herkes elinden geldiğince kendi olur. Çarşı harikadır. Meyhaneler, birahaneler tanıdıktır.

Bunların hepsi burada yaşayan birçok insanın söyledikleridir. Sanırım bizi şekillendiren bu sokakların, bu denizin, bu insanların müziğimize bıraktığı etki de budur. Artık Anadolu’dan İstanbul’a gezmeye gelen Rokırlar bir Kadıköy turu yapıyor. Sanırım Kadıköy’ün iz bırakıcı bir etkisi var. Seçerek parçası olunuyor ve gurur verici.

Kesmeşeker'le çaldınız bir dönem. Cenk Taner son röportajında bir albümün herkesin farklı çalışmaları olduğu için oldukça zor olduğunu söylemişti. Siz nasıl bakıyorsunuz Kesmeşeker'e?

Sanırım Cenk’in artık bu işi en azından albüm olarak tek başına yürütme isteği var. Yoksa bir albümün zor olduğunu sanmıyorum. Hala M.Ş.Ş ile oluşturduğumuz kadroyla konserlerde çalıyoruz ama albüm işini gerçekten bir araya gelip henüz konuşmuş değiliz. Kesmeşeker Türkiye’nin en köklü ve en iyi gruplarından biri. Onun son birkaç senesine katkı yapmak, elemanı olmak, çok zevkli ve gurur verici bir şey.

Bir söz yazarı olarak beslendiğiniz müzisyenler ve şairler kimler?

-Gazeteler ve televizyon.

Olası bir Karapaks albümünde şu güne kadar ki müzikal yaşantınızdan farklı olarak bir şey denemek ister miydiniz? Bu ne olurdu?

- Denedim, yapıyoruz ve sonunu göreceğiz.



İnternet ve müzik birlikteliği hakkında ne düşünüyorsunuz? Acaba bu ilişki müziği zedeledi mi?

-Sistemin değişim aşamasına denk gelmek biz ekmeğini bu işten çıkarmaya çabalayanlar için oldukça sarsıcı oldu. Şimdi benim gibi geçinme derdi olan birçok insan müziğe verdiği mesaiyi bölüp başka bir şeyler de yapmak zorunda. Bu da yaratım sürecini ve kaliteyi değiştiren etkenler. Ama bu bir süreçtir. Bu da bizi buldu ne yapalım 12 eylül çocuklarına dokunmaz.

Bize zaman ayırdığınız için şimdiden çok teşekkür ederim. Şarkılar için yüreğinize ve bileğinize sağlık, sorular içinse kolay gelsin.



Teşekkür ederim. Yayın yaşamınızda başarılar dilerim. Basında kolay şeyler dilenmezmiş, yeni öğrendim bu yüzden kolay gelsin demiyorum.



Tüm çalışan arkadaşlara selamlar.

Bizden de sonsuz teşekkürler ve selamlar!

Hindiba Röportajı

Hindiba ile yaptığım son röportaj:


Bize Hindiba'dan bahseder misiniz? Grup üyelerinden ve grubun üyelerin hayatındaki yerinden? Müzik dışında uğraştığı işler var mı üyelerin?

Zaman hepimizi dize getirir gibi olur bazen.. Ama sonra yine bir şeyler kıpırdanır içimizde, ve yine ayaklanır, duramayız yerimizde..


Hindiba, sıkışık düzenlerinde müzik yapmak adına hayatlarında kocaman bir yer açan dört insanın oluşumudur.

2006 yılında Genç Osman Yavaş (Vokal), Kürşad Ünügür (Davul) ve Kemal Arkan (Bas gitar) bir araya gelerek müzik yapmaya başladık.

O dönemde müziğimizde bir süre eksikliğini duyduğumuz ama ne olduğunu tanımlayamadığımız bir şey, bugünkü gitaristimiz olan Kubilay Özvardar’ın gelişiyle fazlasıyla giderildi. Böylelikle müzik yolculuğumuz, uzun süreli bir ev provaları döneminden sonra, geçen senenin sonlarına doğru Hindiba ismiyle başlamış oldu...

İdealler ve müziğin dışındaki hayata gelince:

Yirmisinde grup kurup bütün hayatı ona endeksli olarak yaşayacağımız yaşı hepimiz geçtik. Grupta bir baba, bir de baba adayımız var.. Hindiba üyeleri de nerdeyse herkes gibi hayatlarını sürdürmek zorunda.

Bir müzik grubu, kuruluşundan itibaren, üyeleri tarafından gelir kaynağı olarak görülürse, o müzik ve o ruh, kirlenmeye mahkumdur. Haftanın beş günü sahne alan gruplar üzerindeki etkisini hep gördük.. Haftada bir ya da iki kere bir barda sahne almak fazlasıyla yeterli gibi.

Belki zaman herkesi ve her şeyi kirletiyordur ama bu idealistliğin hayata geçirilmiş adı ‘bir ‘hayatta kalma’ ve mümkün olduğunca ‘bu süreci uzatma’ savaşı, yani temiz kalma çabasıdır. Hindiba üyelerin bunu zevk için yapıyor olmasıyla, grup dış etkenlerin olumsuz etkisinden sıyrılıp, sadece müzikal olarak haz alan bir oluşum olarak kalmaya devam edebiliyor.



Hindiba'nın Türk Rock Müziği'ndeki duruşu nedir? İlk bakışta sade bir biçimde derdini anlatan popülerliğe değil de müzikal tatmine ulaşmaya çalışan bir grup gibisiniz. Bir albüm projesi var mı ve bu Hindiba'nın duruşunu değiştirir mi?


Hindiba’nın türk rock müziği içinde bir duruşu, bir iddiası var mıdır? Her şeyden önce Rock müziği kelimesi nedense literatürümüze tam oturmuyormuşçasına emanet durur. Kökeni zaten batıdan olan bu müziğe onların enstrümanlarıylakendimizden katık yapınca da buna Sentez, Rock, Anadolu Rock gibi isimler veriyoruz. Neden? İsim verme gerekliliğinden. Tek neden bu. Her şey bir hitap edebilme, bir çağırabilme şekline sokulmaya çalışılıyor. Bu şekilde işleyen zaten sistemin kendisi, ne kadar asi ve hür olduğunuzu iddia etseniz de, isminizin bilinmesi ya da fikirlerinizi duyurabilmeniz için şu ya da bu şekilde fişlenebilmeniz gerekiyor, bunun için de bir isme ihtiyaç duyarsınız. ya da şarkıcı ve müzisyen Prince gibi, adınız yerine bir işaret koyarsınız ama DJ’ ve VJ’ler onu yine de ‘Prince’ olarak anons etmek zorundadır.. Demek ki bazen bazı şeylerin bir kaçarı yoktur, yol budur ve ne kadar direnseniz de, yine oradan geçmek durumundasınızdır.

Matematik formülleri gibi müzik formülleri yazan ve bunda başarılı olan insanlar var. Hindiba’nın matematik ve formüllerle arası yok, bu, grupta mühendis olmamasından da kaynaklanabilir.. Burada şarkılar duyguyla yoğruluyor, hesap kitapla değil. Grubun ne olağan üstü sert bir tavır merakı, ne de piyasa madarası olmaya razı bir durumu var. Bizim türk rock müziği içindeki duruşumuz demekten ziyade, şarkıların toplamındaki ruh hali duruşumuzu belirliyor demek daha doğru sanki.. Bu da yapılacak olan her albümle birlikte bir nebze değişkenlik gösterebilir ama müziğe bakış açısını ve yaklaşımı değiştirmez... Sonuçta albüm, bir dönemdeki yaşamışlıkla, yaşananla ilgilidir.. 


Şarkı sözlerini kim ya da kimler yazıyor ya da şarkıların oluşum aşaması nasıl?


Grupta şarkıları Genç yazıyor. Elde halihazırda ilhamın gelmesini bekleyip de geldiği hiç görülmemiş, duyulmamış. Hep ansızın gelmişler. Kimi zaman bölük pörçük, henüz deşifre edilmemiş ve bütünü seçilemeyen bir resim gibi, bazen de girişi, kıtası, nakaratı, ara bölümü ve bitişiyle, dört dörtlük bir paket halinde uğrarlar, ya da inerler mi demek gerek..?

Sonrasıysa grubun insafına kalmıştır.

Şarkı bu diyerek herkes kollarını sıvar ve hamuru yoğurmaya başlarız.. Uzar, kısalır, sertleşir, yumuşar.. Elbette şarkı Genç’in hayalindekinden çok uzaklaştığında, kimi zaman acil durum frenine bastığı oluyor.. Ama bu esnada birbirinden farklı kişilerin oluşu bir tat verirken de, herkes ister istemez şarkıyı kendi beğenileri doğrultusunda ‘doğrultmaya’ çalışıyor..



Dört olgun adamdan söz ediyoruz. Çoğu insanın "Oldum ben!" dediği yaşta bir bütünün parçası olması zordur. Üyeler arasında beğeni ve hayata bakış bakımından benzerlik ya da farklılıklar var mı? Bu sizi nasıl etkiliyor?

Aramızdaki en zorlu kişi, her türlü anket ve oylama sonucu hep aynı kişi olacaktır: Kürşad.. . Elbette şimdi şeceresini çıkarmayacağız ama kimi zaman, ilk bakışta pek de umut vermeyen bir beste, bu adamın inatlaşması sayesinde de bambaşka, iyi yerlere gelebiliyor. Ters tepme olasılığı da aynı oranda mümkün tabi. Bunlar ‘oldum ben’in faydaları ve zararları işte.

Herkesin farklı ve oturmuş bir kişiliğe sahip olması sorundan ziyade, renklilik sağlıyor..

Kubilay’ın gitar elindeyken kendini frenleme sorunları yaşaması, hepimizce bilinen bir gerçektir ve ama arıtılmış halin bize enerji olarak geri döndüğünü biliriz, Kemal’in grupta belki herkesten biraz daha farklı olmasıyla, duygusallığını ve uyumunu bas gitara da aktarabiliyor olması, müziğimizi etkileyen nedenlerden bazıları.

Oldum Ben’in ‘kötü tarafı’ oturmuş bir kişilikse, iyi tarafı da, olgunluğu, dolayısıyla hoş görüsüdür. Bir grubun sağlıklı şekilde işler olması, birbirini anlamaya çalışmakla alakalıdır.

Kişisel egolar tavan yaptıkça, grup da yerlerde sürünür.

Bu durumun grup içindeki olumsuzluğu, dışarıya da yansır. Hindiba bunu çok iyi dengelemiş durumda. Ortada sessiz bir anlaşma varmışçasına herkes kendine bir sınır koymuş ve belirlediği bu çizgi, yanındakine zarar vermeyen bir yerlerde. Sonuç olarak beğenileri de dahil olmak üzere, herkes herkesten farklıdır. Kimsenin kimseye benzemeye niyeti de yok.. Şahsına münhasır zatlar topluluğun birbiriyle ahengi... ve bunların müziğin üzerindeki olumlu veya olumsuz etkisi.. Ve hepsine de gereksinimiz var..



Hindiba müziğe ve Türkiye'ye nasıl bakıyor? Siz sahneye ayrı ayrı yerlerde de olsa çıktığınızdan beri çaldığınız seyirci profilinde bir değişim var mı?

Müzik açısından çok zengin bir ülke. Memleket olarak daha da zengin bir ülke.. Gelen giden herkes bir şeyler aldı, kopardı, yıktı, kırdı, döktü, sattı, harcadı vs.. Haberlere fazlaca daldığınızda ardı gelmeyen bir felaketler zinciri silsilesi, kaosun hakim olduğu ve bir çok adaletsizliğin yaşandığı bir ülke. Beyaz perdede her gün şahit olduğumuz onursuz insanlara karşı bir temiz kalma ayini, mutlu olma çabasıdır Hindiba.

Ve bu dönemde en azından müzikle bu kaostan biraz uzaklaşma isteği duyarak şarkılarımızda siyasi içerik bulmak zor. Eski şarkılar var, hiç kullanılmamış olan, onlarda siyasi içerik daha çok olurdu. Belki bu, ülkede olup bitenlerin daha anlaşılır, daha işin içinden çıkılacak gibi görünmesindendi. Yoksa var mıdır Kaos’un bir tarifi, bir açılımı?

Yeni dönemdeki besteler genelde insan ilişkileri ve aşk, mutluluğun arayışı, toplum içindeki bireysel yalnızlık, içi boş vaatler ve hastalıklı davranışlarla ilgili.



İnternetle ilginiz hangi düzeyde? Myspace'e nasıl bakıyorsunuz? Sizce müzik grupları için süper bir tanıtım aracı mı yoksa nafile bir tutunma çabası mı?


Çoğumuzun bilgisayarla, dolayısıyla internetle arası çok iyi. Veletken, interneti olan adamı parmakla gösterirlerdi ve 512 kilobaytlık, yanı yarım megabaytlık hafıza kartları, bir el büyüklüğündeydi. Şimdi her şey ufalıyor, dünyanın bilgisi minicik bir aletin içinde, cebe girdi. Hızla geliştiği için bazı önlemler de zamanında alınamadı tabi. Elbette korsandan bahsediyoruz. Çağın hastalığı gibi görünse de, çok tartışılan, kimilerce desteklendiği kadar, kimileri tarafından yerden yere vurulan garip bir nimet gözüyle de bakıldı..

Myspace.. artık kim gidip albüm satın alır?

Albüm satışların durması, sadece İnternet yüzünden mi? Tartışılır.. Son yıllarda müzik tüm dünyada sadece tekrarlardan ibaretti. Yeni şarkılar yazılmadı ve garip bir kısır döngüye girildi.. Çaresizce eskileri evirip çevirerek bize tekrar tekrar ısıtıp sunarken, albüm satın alma alışkanlığımızı da kaybettirdiler. Hele Türkiye’de, en azından pop müziği adına gerçekten ucuz işler yapıldı ve ilk defa bunun meyvesini yiyemediler. İyi tarafından bakmak gerek, bunlar hep bilinçlenme ve değişim göstergesidir.. Tabi bu sayede Elektronik müziğe ve Rock müziğine gereken ortamı kendi elleriyle hazırlamış oldular. Plak şirketlerin çoğunda yaşanan bu çöküş, internet bu denli hızlı gelişmese bile, kaçınılmazdı sanki.

Elbette, artan imkanlar doğrultusunda ‘müziksel çöp’ler de çoğaldı, ortada ayıklanması mümkün olmayan bir ses kirliliği yok değil.. Ama başka yollarla keşfetmeniz neredeyse imkansız olan müziklere ulaşabilme olarak bakıldığında, internetin bir sınırı yok.. Sonsuz bir kaynak.

Bir başka taraftan bakıldığında, çok fazla kişinin emeği ve hakkı yeniliyor.. Peki telif haklarına ne oldu? Türkiye telif hakkını daha yeni öğrenirken, devlet yıllarca herkesin refahı için bu sistemi oturtmayıp korsana bırakırken, şimdi bu konuda yavaş yavaş bir takım adımlar atma çabasında.. ve derken, internet hızlandı ve sistemlerini çoktan oturtmuş olan ülkeler bile bir tıkla anında çalmaya başlayan şarkılara karşı çare bulamadılar..

Bazen teknoloji çığ gibi üzerinize düşer, içinde boğulursunuz. Şu an her şeyin bize sunulduğu bir dönemdeyiz.. Zamanla herkes sakinleşip, daha seçici davranacaktır.

Albüm dönemi tüm dünyada kapanırken, sahne performans dönemine geçiş yapılıyor.. Esas eğlence, internetin tüm nimetlerine rağmen hala dışarılarda bir yerlerde.. Bu yüzden de konserlerin yeri hala vazgeçilmez, ve umarız, böyle de kalır...



Grupta bir frontman durumu var mı? Çünkü vokalleri Genç Osman Yavaş üstleniyor ve bugünlerde rock dinlemeye başlayan yeni nesil bile kendisini kolayca keşfedip üstüne yok diyebiliyor.

Grupta öne itilen, önde duran, ileriye atılan, özellikle seyirciye yem yapılan kimse yok. Gözler, ne diyor sorusuyla genelde soliste takıldığından bir frontman durumu meydana geliyorsa, o zaman evet, bir frontman’imiz var. Bunun dışında Hindiba bir çok grup gibi, bir solist, gitarcı, basçı ve davulcu’dan oluşuyor.

Genç Osman’ın Mavisakal döneminde de Frontman’lik bir durumu yoktu.. Adam şovların adamı değil.. Daha sakin, müziği ve şarkı söylemeyi seviyor, hepsi bu.. ve zamanında Kaan Altan’ı tanımış olması gibi iki üç neden bir araya gelince, kimi çevrelerde yorumu beğenildi ve tanındı..

İnternet’de Genç’in Mavisakal döneminden kalma yorumculuğu’yla ilgili bir sürü güzel yorum bulmak hala daha mümkün.. Ve bu da, şimdi yeni bir grupla yola koyulmak için oldukça iyi bir artı gibi görünüyor..



Bir de özel bir sorum olacak. Çoğunuz benim doğduğum yıldan bu yana (1988) müzik yapıyorsunuz. Rock müzikten çok insan ekmek yiyor artık; ama Hindiba bu işin bu yanında değil gibi görünüyor. Bu duruşu kime borçlusunuz ya da bu keşfedilmemişlik hissi mi yaratıyor sizde? İçinde yaşadığınız kültüre mi yoksa henüz bir prodüktörün paragöz emellerine alet olmayışınıza mı bağlayalım bunu?


Türkiye’de bir zamanlar dünyada rock müziği yokmuş gibi bir hava eserken ve insanlar haftada bir gece yarıları yayınlanan bir iki kısa programla yetinirken, son yıllarda bu müziğin varolan ve yeraltında yaşayan kitlesi, nihayet gün ışığına çıktı. Esas tuhaf olan, ‘pop’un ölümü’yle’ popülerliği de ele geçirmesi. Şu anda iki cephe var. Biri Elektronik müzik, diğeri Rock müziği. Gerçekleşmesi zor bir durum da olsa, burası bir zamanlar Sanat Müziği ve Arabesk dışında nerdeyse seçenek barındırmayan Türkiye’de, şu anda rock müziği hiç olmadığı kadar yaygınlaşmış durumda. Bizim dönemden olanlar için bu inanılması güç bir ortam. Bu popülerlik, dinleyicisiyle eş zamanlı olarak rock grupları sayısındaki artışı da sağladı. Bir çok ‘bu pastadan bizde payımızı alalım’ grubu gördük.. Aynı zamanda, çoktan ortaya çıkması gereken, böylece doğru ortamı bulan kişi ve gruplar da belirdi. İyi ya da kötü, seçenekler öyle çoğaldı ki, dinleyicilerin çoğu bir yerlerde hep aradığı o müziği sonunda bulabildi.


Şimdilik bir prodüktör ya da bir plak şirketiyle anlaşma yoluna gitmekten ziyade, müzik ortamlarında biraz ismimizi duyurmak, provalarda kendi kendimize çaldığımız o şarkıları artık başkalarıyla paylaşma yoluna gitmek istiyoruz.

Kimileri müziğimizde samimiyiz gibi ifadelere kullanıyor. Bunlar ‘pastadan payımızı alalım’ kesimidir ve elbette, piyasanın ‘şenlenmesi’ ve ‘renklenmesi’ için gereklidir... Ama bize göre samimiyetten ziyade idealistliktir müziğe yakışan. Belki de insana yakışan demeli.. Kimse ruhunu kimselere satmamalı, ekmeğini taştan çıkarmalı, yine satmamalı...

Bir anlaşma yapabilirsin, ama ruhunu satmamalısın.


Üç konser sonrasında popülerlik ve keşfedilmişlik hakkında konuşmak için henüz erken. Zamanın kime ne getireceği, kimden ne götüreceği belli olmayacağından, ortaya çıkıp büyük büyük konuşmaktansa, ufak ufak kendi içimizde eğlenmeye bakarak grubun bizi nerelere götüreceğini zamana bırakmak istiyoruz.